10 Mayıs 2017 Çarşamba

Arada kayna(tıl)dı ama Johnny Depp, 2011'de, emperyalizme ve kapitalizme çok fena çakmış.

Selamlar saygılar. Şu klasikleşmiş önsöz olayı da, şahsen benim için çok sıkıcıdır yaa... Yazmaya başlıyorum ve çocuksu bir heyecanla, doğru ya da yanlış, istediklerimi direkt söylemek istiyorum. Bu da yazı işinin ön sevişmesi işte. Neyse, adet yerini bulsun diye, biraz ön sevişme yapalım. Öncelikle, bu yazıyı ne zaman bitiririm bilmiyorum. Belki bir kaç saat içinde, belki bir kaç günde. Bakalım göreceğiz. Benim için, yazdığım herhangi bir yazıda da, okuyan kişilerin beğenip beğenmemesi ve katılıp katılmamasından daha önemli bir şey var. İnsanların okuması. Merak edip okunsun. Okuyan kişi beğenir ya da yazdıklarıma genel olarak katılır, bu benim için, elbette ekstra bir sevinç olur. Ancak okunmuş olması, benim için zaten başlı başına mutluluk ve tatminkarlıktır. Tamam, bu kadar ön sevişme yeter. Şimdi seks zamanı :)

Hayatımda zibilyon tane film izlemişimdir. Ve dürüst olacağım, tam oranı elbet bilmesem de, kabataslak düşünüyorum ve herhalde %70'i Hollywood sinemasıdır. Bu yazımda da, bir Hollywood filminden bahsedeceğim. Herkesin bildiği bir gerçek vardır. Hollywood sineması, çok uzun yıllardır, yoğun bir şekilde, Amerikan çıkarlarına dayalı bir propaganda yapar. Klasik kızılderililer kötüdür, kovboylar iyidir. Kaptan Amerika'da hiç kaybetmez. Büyük bir reklam kampanyasıyla da, bunu dünyaya satar. Üstelik propagandasını yapmakla kalmaz, milyarlarca dolar para kazanır. ABD için sinema endüstrisi, bir silahtır. Bence yerine göre, atom bombasından bile etkilidir. Çünkü atom bombasını atarsınız ve bir defa da yok edersiniz. Ancak ABD'nin sinema silahı süreklidir. Ağır, yavaş ve acısız bir ölümdür. Algıyı yok eder. Bilmeyenler için, CIA her yıl belli dönemlerde, Hollywood yıldızlarıyla toplantı yapar. Bu zaten gizli bir şey değildir. Hatta Banu Avar bile, bir keresinde, bir konuşmasında, bu toplantıdan bahsetmişti. Fakat Türk medyasında, bu toplantı çok yazmaz. Mesela Angelina Jolie'nin dünyanın belli yerlerini gezmesi, işte bilmem nerede çocuklar zor durumda, bilmem nerede iç savaş var... dünya medyasını peşine takıp, bir çok yeri gezmesi, bu toplantılarda alınan bir karardır. Bu arada dipnot olarak, Angelina Jolie'nin, Hatay'da mülteci kampını ziyaret edeceği yazılmıştı. Umarım gelmez. Gittiği yerde, sonradan hep kötü bir şey oluyor.

Peki bu ABD'de hiç mi sistemi eleştiren filmler olmadı? Elbette oldu. Mesela Dövüş Kulübü(Fight Club) ve Savaş Tanrısı(Lord of War) sistemi sağlam eleştiren filmlerdir. Hatta ne hikmetse, o büyük aktör Nicolas Cage, Savaş Tanrısı'nı kariyerinin en iyi döneminde çekti ve film uğursuz mu geldi nedir(!) kariyeri adeta bitti. Baba(Godfather) filmleri serisi, belki tam anlamıyla sistemi eleştiren filmler olarak söylenemez ama kabul edelim bazı gerçekleri dile getirmiştir. Mafya-devlet, mafya-kilise ve mafya-sanat ilişkisine cesurca değindiği yerler vardır. Bende bu yazımda, sistemi sağlam eleştirmiş bir filme değineceğim. Değinmek istiyorum, çünkü bu değineceğim film, biraz fazla karambolde kaldı. Genelde Hollywood'da sistemi eleştiren filmler, hep dünya çapında, tuhaf bir şekilde büyük başarı yakalamıştır. Üstelik çok az reklamı yapılmasına rağmen. Mesela Fight Club'ın aslında sanıldığı kadar reklamı olmamıştır. Brad Pitt "Fight Club, 2000'den sonra patlama yaptı. Biz bu filmi çevirdiğimizde, Fight Club yeni doğmuş bir bebekti. Sonra yürümeye başladı ve daha sonra başarılı bir maraton koşucusu oldu" demiştir. Hatta Stanley Kubrick'in de bir lafı vardır: "Ben yıllar sonra çok popüler olmuş ve başarılı kabul edilmiş bir yönetmenim. Çünkü neden bilmiyorum ama filmlerim, yıllar sonra çok popüler oldu. Sinemalarda yayınlandıkları dönem, Shining hariç, diğerleri yapım şirketlerine para kazandırmadı" Yani bu tür filmlerin, biraz demlenme sürecine ihtiyaçları vardır diyebiliriz. Fakat bir film var ve bu film 2011 yılında çekilmiş. Buna rağmen, hala sistemi eleştiren bir film olarak, dünyadaki yerini alamadı. Peki ben bunu yazıyorum ve benim sayemde mi alacak? Yoo :) Yine de sadece yazmak istiyorum. Laflıyoruz işte, fena mı?

Değineceğim film The Rum Diary(Tutku Günlükleri) Aslında sistemi eleştiren bir film olmasına rağmen, neden büyük bir ses getirmediğine şaşırdım. Çünkü baş rolünde oynayan isim büyük: Johnny Depp. Gerçi Johnny Depp, son yıllarda, abuk subuk fantastik filmlerle kariyerini bitirmeye başlamış olsa da, bu bahsedeceğim filmin yayınlandığı dönemlerde, en tepedeki aktörlerden biriydi. Gerçi hala iyi bir konumda yer almaya devam ediyor. Ancak çevirdiği son dört film, resmen zarar etmiş. Belli ki "Artık final" dese bile, maddi ve manevi anlamda, bir şeyleri düzeltmek için, Jack Sparrow jokerini kullanmış. Kariyerine gemi dersek, artık bu gemi su almaya başladı ve usta kaptana ihtiyacı var. Ancak, hiçbir şekilde, Johnny Depp'in sahip olduğu o büyük yeteneği inkar edemeyiz. Adam resmen oyunculuk için yaratılmış. Kısaca Johnny Depp'ten bahsedecek olursak, liseyi mezun olmadan bırakmış, gençliğinin ilk yıllarında müzisyen olmayı istemiş, ergenliğini uyuşturucu ve alkolle geçirmiş, yine ergenlik çağında bir bıçaklama vakasından dolayı tutuklanmış biri. Ve bir gün Nicolas Cage'in yardımıyla Elm Sokağı Kabusu'nda ilk oyunculuk deneyimini yaşıyor. "Sadece kiramı ödeyebilmek için oyunculuk yapmayı kabul etmiştim. Çünkü beş param yoktu ve zaten iş bulamıyordum" diyen Depp, eline geçen bu fırsatı, sahip olduğu yetenekle birlikte çok iyi değerlendirip, mükemmel bir aktör oluyor. Zaten Marlon Brando ile iki ve Al Pacino ile bir kere film çevirmiş bir insandan bahsediyoruz. Bu iki isimle, eşek film çevirse, oyunculuğun ne olduğunu öğrenir :)

Bu film yaşanmış bir olaydır. Film "Hunter S. Thompson"ın yarı otobiyografik bir romanıdır. Filmde Johnny Depp, Hunter S. Thompson'ı "Paul Kemp" takma adıyla canlandırmaktadır. Kemp, yirmi iki yaşında bir gazetecidir. Kemp'in asıl amacı, bir yazar olabilmektir. Ancak yazdıkları henüz beğenilmemiştir ve paraya ihtiyacı vardır. Bu yüzden Porto Riko'da yayın yapan bir Amerikan Gazetesi'ne iş başvurusunda bulunur. Başvurusu kabul edilen Kemp, Porto Riko'ya gazete ile görüşmeye gider.

Bu arada karakterimizin ciddi bir alkol problemi vardır. İçmeden duramaz. Ama bir çok alkol problemi olan insandan farklı olarak, ciddi bir alkol problemi olduğunu da kabul eder. Zaten filmde, afişte gördüğünüz gibi başlar. Kemp akşamdan kalmadır. Hemde fena halde :) Sorunları çözümü için elbette alkolü savunmuyorum ama zaten Kemp'te, bu dünyanın tüm kötülüklerinden, en azından bir süre için, başka nasıl kurtulabilir ki? Dünya kapitalizm ve emperyalizm üzerine kuruludur. İnsanların çoğu adidir. O halde Kemp, bu iğrençlikten bir an olsun kurtulmak için içmelidir.

Haa bu arada, özür dilerim unuttum, filmde yaşananlar, gördüğünüz gibi 1960 yılında geçmektedir. Yani 2. Dünya Savaşı on beş yıl önce bitmiş ve ABD - SSCB olarak dünya iki kutba ayrılmıştır. Soğuk savaşın etkin olduğu yıllardır. Bu soğuk savaşın en yoğun yaşandığı yerlerden birisi de Kuzey ve Güney Amerika'dır. Kemp, bu açmazı yaşayan bir ülkededir. Bu fotoğrafta, Kemp, görüşmek için gazeteye gelmiştir ama gazetenin binasının önünde, halk asgari ücretlerin rezilliğinden dolayı eylem yapmaktadır. Eylem şiddetlidir. Halk polisle çatışmaktadır. Yeraltı ve doğal zenginliklere sahip bu ülkede de, kapitalizm etkisini göstermektedir. Kemp bu karmaşanın içinde, korkuyla, kendini gazete binasının içine atar.

Kemp, gazetede "Sala" adında bir elemanla tanışır. Filmimizin diğer önemli bir karakteri şu an olaya dahil olmuştur :) Kemp, dışarıdaki kalabalığın ne olduğunu sorar. Sala'da söyler:

Öyle bir şey. Aslında Sala, toplumun üst tabakasında yer alan biri değildir. Pekte ciddiye almıyor, çünkü dünyayı çok iyi biliyor. Sala için, halk, talebinde haklıdır ama zaten ne yapılabilir ki?
Ardından ne diyor biliyor musunuz?
Yani uğraşıp duruyorlar. Aylardır haklarını arıyorlar ama değişen bir şey yok. Ve gidişat bu olduğu sürece zaten değişmeyecek. Aslında yüzündeki tavır aynen şunu söylüyor: "Siktir et Kemp. Hayat onlara bir tekme vurmuş işte. Yazık garibanlara. Onlarda öyle işte"

Bu arada Kemp, gazetenin sahibiyle, işi kapmak için, görüşmeye başlamıştır. Ve bu görüşme sırasında, gazetenin sahibinin, Kemp'e söylediklerine bakalım:

Gördüğünüz gibi, gazete sahibinin, tarafsız, gerçekçi habercilik vs. falan umurunda bile değildir. O, gazetesini belli bir tirajda tutup, bu sayede reklam alarak, para kazanmalıdır. Aynı zamanda, bu bir ABD gazetesidir. Yani emperyalizm ve kapitalizme hizmet etmelidir. Bu arada bizim bu kapitalist, şerefsiz patron, Kemp'i işe alır ama bunu Kemp'e, kendisine yakışan bir şerefsizlikle söyler. Nasıl mı?

Vuhuu! İşte kapitalizm :)

Ancak gazete sahibinin, görüşmenin ilerleyen safhasında söyledikleri çok daha acı. Bakın gazete sahibi, Porto Riko ile ilgili, Kemp'e neler söylüyor?

Ulan resmen "Evet, adamların topraklarını işgal ettik ve burası bizim bir eyaletimiz oldu" diyor. Daha nasıl açıklasın? Bir de alay ediyor. Onlara sahip olamayacakları şeyleri, sahip olabilirmiş gibi gösteriyorlarmış. Evet doğru. Neye sahip olacaklar? Adamların topraklarını işgal edip, kendi anavatanlarında, geçinemeyecekleri bir asgari ücrete mahkum etmişsiniz. İzlerken içim acımıştı. Şu an yazarken yine içim acıyor.

Şimdi filmi biraz ileriye alalım. Kemp ve Sala, akşam yemek yemek ve içmek için, restoran-pub karışımı bir yere gider. Burada güzel bir dokundurma vardır. Sala, aslında gazetenin batmak üzere olduğunu ve yaptığı işin rezil olduğunu Kemp'e söyler. Doğal olarak Kemp'te "O halde neden bırakmıyorsun?" diye sorar. Sala'nın cevabı:

Vuhuu! İşte kapitalizm 2

Şimdi filmimize, kapitalizmin temsilcisi olan Aaron Eckhart yani filmdeki adıyla "Sanderson" katılır.

Kendisi bu sahnede, bizim Kemp ile tanışmak ister ve kendisine beraber yemek yeme teklifinde bulunur. Kemp, neden Sanderson'ın kendisiyle tanışmak istediğini elbette anlamaz. Zaten Sanderson'un görünüşünden, konuşmasından ve tavırlarından, üst sınıfın insanı olduğu bir kaç saniyede anlaşılmaktadr. Kemp, sırf merakından kabul eder. Ve elbette Sanderson'ın, Kemp ile tanışmak için, kendine göre çok önemli sebepleri vardır.

Sanderson arabasıyla, Kemp'i yemek yemeye götürür. O sırada Kemp'e, Porto Riko ile ilgili şunları söyler:

Porto Riko'yu sömürelim, sömürelim, sömürelim... Acımasızca. Sanki bu bizim yaşama hakkımız kadar temel bir hakkımızmış gibi. Nefes alıp vermek kadar normalmiş gibi. Bakın bu arada mesele sadece Porto Riko değil. Mesele dünyanın kendisi. ABD bu emperyalizmi, uzun yıllardır dünyanın her yerinde yapmaya devam ediyor. İşte işler bu şekilde yürüyor. Eğer bu şekilde yürümüyorsa da, demokrasi(!) adına askeri ve sivil müdahaleler yapılıyor. İşte sistem. İşte sömürü düzeni.

Bu arada, bu iki kareye dikkatinizi çekmek isterim. Lüks bir ev ve denize sıfır mükemmel bir manzara. Porto Riko'lular, kendi anavatanlarında, bu imkanlara sahip olmayı bırakın, bunların hayalini bile kuramazlar. Burada bir ilginç detay daha var. Sanderson'ın sevgilisi, ki kendisi Amber Heard "Chenault" rolünde, denizde çıplak yüzmektedir. Bunun üzerine bizim Kemp sorar: "Birilerinin görmesinden çekinmiyor mu?" diye. Sanderson da cevaplar: "Bu kumsal özel bir mülktür. Buraya kimse giremez"

Bir keresinde, televizyonda, bir Antalya'lı vatandaş şöyle diyordu: "Elin turisti buraya geliyor, on beş gün krallar gibi tatilini yapıp gidiyor. Ben doğma büyüme Antalya'lıyım. Cebimde minibüs param olmadığı için denize giremiyorum. Evliyim ve iki çocuğum var. Dördümüz için minibüsle git-gel, nereden baksan 15 lira para. Hadi gittik diyelim, akşama ne yiyeceğiz? Kendi ülkemde, hatta kendi şehrimde, ben denize giremiyorum"

Filme devam edersek, Sanderson, bizim Kemp'e niyetini açıklamaya başlamıştır.

Sanderson'ın satılmış bir kaleme ihtiyacı vardır. Tıpkı bizim Türk medyasının, nereden baksanız %90'ını oluşturanlardan bir tanesine. İşler, filmde olduğu gibi, 1960'larda böyle yürüyordu. 60'lardan önce de böyle yürüyordu. Artık 21. yüzyıldayız ve işler hala böyle yürüyor.

Peki Sanderson neden böyle bir şey istiyor? İşte cevap:

Yazı henüz burada bitmiyor ama benim için filmin en can alıcı diyaloğunun olduğu yere geldik. Kemp ile patronu arasında olan bir konuşma. Bu konuşmada, patron, Kemp'in yaptığı haberleri okumaktadır ve memnun değildir. Kemp'te önemli haberler yaptığını savunmaktadır. Ki gerçekten de önemlidir.

Bizim Kemp, yaptığı bu tür önemli haberleri savunurken, patron oralı bile değil. Bakın ne diyor:

Aslında patronun nasıl bir geçmişi olduğunu bilmiyoruz. Belki de hepimizi hayrete düşürecek kadar idealist ve mesleğinin ahlakına bağlı bir insandı. Fakat sisteme yenilmiş, bu yüzden boş vermiş ve oyunu, mevcut sistemin kurallarına göre oynamaya karar vermiş olabilir. Yine de her ne olursa, büyük ya da küçük fark etmez, kendisi artık, bu sistemin çarklarında yer alan bir dişli.

Konuşma devam eder:

Basının, kapitalizme teslimiyeti.

Devam ediyor. Şimdi okuyacağınız diyaloğu hazırlarken, yine içim çok acıdı. Bakın patron ne diyor:
Yüzündeki o yavşak küstahlıkla söylediğine bakar mısınız? "Burası Amerika" diyor. Orospu çocuğu! Kusura bakmayın, bu kadarını söylemeliydim.

Ve bu diyalogdaki en can alıcı konuşmanın olduğu yere geldik. Bence diyaloğun bu kısmına, sayfalar dolusu kompozisyon yazılır. Hatta ne kompozisyonu, bir kaç ciltlik bir eser yazılır.

Veee bizim Kemp'in cevabı:

Of of of of..!!!

"Denizi görmek için para mı vereceğim?"

Daha ne desin? 

Bir laf vardır: "İstanbul'u yaşamak ayrı, İstanbul'da yaşamak ayrı" diye. Dünyanın her yerinde, en güzel yerler, hep en güçlülerindir. Dünyada denizler herkesin değildir. Bir doğa manzarası herkesin değildir. Bunlar güçlülerin tekelindedir. 

Filmin devamında bunu görüyoruz. Üzücü bir şekilde. Yavşak Sanderson, kumsalda bazı Porto Riko'lular görür:

...dedikten sonra yanlarına gider. (Asalak dediği de, bu vatanın gerçek sahipleri)

Porto Riko'lu cevap verir:

Sanderson yavşağı da, yavşaklığına devam ediyor:

"Bakmakta mı yasak kardeşim?" Tabi ki yasak!

Porto Riko'luları, Porto Riko'nun bir sahilinden kovuyor:

Bir de tehdit ediyor:

Yazının bu kısmına koymak için çok aradım ama bulamadım. İşgal yıllarında, İstanbul'da gezmek için, Fransızların verdiği izin kağıtları vardı. Evet, kendi anavatanımızda, Fransızların verdiği izin kağıdıyla geziyorduk. Bana bu durumu hatırlattı.

Filme devam ediyoruz. Bizim Kemp, Sanderson tarafından, kapitalist patronların toplantısına katılır. Dediğim gibi, Sanderson, Kemp'i, satılık bir kalem olarak kullanmak ister. Bu toplantıda ondan ne istediklerini söyleyeceklerdir. İşte Kemp'ten istedikleri:


Clark Gable çakması abi, tanıştıktan 15 saniye sonra lafa girdi.


Özetle bir şeyin ne olduğunu görelim. Bu arada, bu Amerikalıların halkımız dediği de Porto Riko'lular.


Dikkat! Adam resmen orospu çocukluğunun ne olduğunu, nasıl yapıldığını açıklayacak. (Küfürleri de biraz mazur görün. Ferhan Şensoy'un bir lafı vardır: "Bizim küfür dediğimiz şeyi, Anadolu'da insanlar çoğu zaman virgül olarak kullanır")


Tamam. Eee...?


İşte bu sömürü düzeninin "e = mc2" sidir. Her şey bu formül üzerine kuruludur. Medyanın satılık olması da bu iş için önemlidir. Bu formülden yola çıkarak, bu para babalarının istediği, Porto Riko'ya beş yıldızlı lüks bir otel yapmaktır. Peki bu formüle neden ihtiyaçları var? Çünkü otel yapmak istedikleri yer imara kapalıdır. O zaman bu formül devreye girmelidir. Önce medya gücüyle, üç otel yapılacağı söylenecektir. Kemp işin medya kısmında olarak bunun doğru ve gerekli olduğunu dile getirecektir. İmara kapatılmış bir yerde üç otel.

-Tamam peki. İki tane yapalım.
+Hayır olmaz.
- Pekala. Bakın tek bir otel yapalım. Hadi uzatın elinizi.

Toplantı sonrası Kemp, bu teklifi kabul eder. Durun durun, boşuna "Johnny Depp'e helal olsun" demedim. Kabul ediyor ama bir sebebi var. Sebebi sonradan göreceğiz ;)

Filme devam ediyoruz. Görüşme sonrası Kemp, Sala ile kafaları çekmiş halde, gecenin bir vakti, pekte tekin olmayan bir mekana giderler. Mekan dediğimde aslında batakhane. İşte kafalar güzel, falan fişman bir şeyler olur ve kavga çıkar. Olaya polisler de dahil olur ve Kemp bir polisi yakar. Evet yakar. Ağzına alkolü alıp, alevi püskürtür. Kemp ve Sala doğal olarak tutuklanırlar ve nöbetçi mahkemeye çıkarılırlar. Karşı taraf şikayetçi olmasa bile, Kemp ve Sala tutuklanacaktır. Çünkü sonuçta bir polise zarar vermişlerdir. Peki gerçekten tutuklanıyorlar mı? Görelim. Oynat Uğur'cum.

Hoooop Sanderson geldi :)

Sanderson yargıca, bu adamların önemli olduğunu ve bu yüzden serbest bırakılmaları gerektiğini söyler. Bırakılmazlarsa "Aksi takdirde, gecenin bu saatinde Alfredo Quinones'i aramam gerekecek" der. İnternetten baktım da, kim olduğunu bulamadım. Ancak belli işte, çok önemli, nüfuzlu biri. Bir milletvekili çocuğunu tutuklayabilir misiniz? Aynı mantık. Dünyanın her yerinde. Sanderson, ikisininde kefaretini öder ve serbest kalırlar. Çünkü Kemp, Sanderson'a lazımdır.

Bu olayın yaşandığı günün öğleni, Sanderson ve Kemp, bir görüme gerçekleştirirler. Görüşmede Sanderson, Kemp'e, beraber yapacaklarından kimseye bahsetmemesi için bir sözleşme imzalatır. Kemp sözleşmeyi imzalar. Diyaloglara bakalım:

Şimdi Porto Riko'yu, ABD için özel yapan nedenleri görelim:

Yani Johnny Depp, otuz üç yıldır oyunculuk yapıyorsun. Her ne kadar belli kitleler tarafından her zaman tanınmış olsan da, kariyerinin özellikle son 14 senesi boyunca(Karayip Korsanları'nın 1. filminden bu yana) dünya çapındasın, milyon dolarlar kazandın ve kazanmaya devam ediyorsun ama kırk sekiz yaşında "S..kerim Amerikasını da, onların emperyalist ve kapitalist patronlarını da..! Kendi anavatanımın, para ve güç uğruna, dünyada neler yaptığını görün. Alın size Amerikan Rüyası" demiş ve hakikaten bu filmiyle, sisteme çok fena halde çakmış.

Şimdi biraz ara verelim ve konuşalım. Aslında Johnny Depp bu filmiyle, tam anlamıyla bir amme hizmeti yapmıyor. Neden? Çünkü Depp bu film için 15 milyon dolar almış. Fakat yine de benim gözümde değerli. Peki neden değerli? Bunun cevabı için, yazının başında belirttiğim Savaş Tanrısı(Lord of War) filminin son sahnesine bir bakalım. 

Savaş Tanrısı filminde, Yuri Orlov(Nicolas Cage) bir silah kaçakçısı olarak, Interpol tarafından tutuklanır. Kendisini 496764227... defa ömür boyu hapse mahkum edecek suçları vardır. Ve ne oluyor biliyor musunuz? ABD Derin Devleti tarafından, hakkındaki tüm suçlamalar, mahkemeye bile çıkarılmadan düşürülüyor. Yalnız işin tuhaf yanı şu: Orlov hapisten çıkmak için para istiyor. Şaka gibi değil mi? Ama doğru. Hapisten çıkmasının karşılığında, ABD Derin Devleti'nden para ister. Ve sebebini şöyle açıklar:

Yani şu an ayağa kalktım, tişörtümün düğmelerini ilikledim ve Nicolas Cage için bir dakikalık saygı duruşunda bulundum.

Johnny Depp gibi insanlar aptal değil. Bugün, yapım şirketlerinin, böyle bir filmi yapmayı kabul etmesi, yarın film beklenenden çok daha ilgi gördüğü takdirde, ABD Derin Devleti tarafından, Depp'in saçma suçlarla, günah keçisi yapılarak, itibarının düşürülmeyeceğini kim garanti edebilir? Çünkü bunlar oldu. Hollywood bunu bir çok defa yaptı. Eğer ABD çıkarlarının tersine hareket eden, dünya çapında bir sanatçıysanız, o halde sizi çocuk tacizcisi olarak suçlarlar. Uyuşturucu bağımlısı olarak gösterirler. Bilmem hangi kadına tecavüz ettiğiniz iftirasını atarlar. Belki bu film patlama yapmadı ama yapım şirketleri para kazanacak. Yapım şirketleri yıllarca zaten insanları saçma ABD propagandası filmlerle dolandırıyor. Depp'te insanlık adına mükemmel bir film yapıp golünü atmış. Aynı zamanda bu parayı da alarak, yapım şirketini kendi soymuş. Yani aslında bir taşla iki kuş vurmuş. Hem ABD sinemasında, yapılması pek mümkün olmayan bir şeyi yapıyor, hemde bunun karşılığında, hırsız yapımcılardan para alıyor. Şimdi diyebilirsiniz "İyi, güzel diyorsun da, o halde neden yapım şirketleri, böyle bir film yapmayı kabul etmiş?" 

1. Bu filmi ABD'nin o popüler yapım şirketleri(Warner Bros. Universal, Paramount, Weinstein Company vs.) yapmamış. Önemli çünkü Depp gibi aktörlerle, bu tür şirketler çalışabilir. Üç tane, pek tanınmayan yapım şirketinin ortaklığıyla bu film çekilmiş. 
2. ise, aynı zamanda Depp'in nasıl bir aktör olduğunu bilmek gerekir. Bakın son bir kaç yıldır biraz düşüşte. Ancak filmin çekildiği dönem, Depp'in herhangi bir filmi, dünya çapında en az 500 milyon-1 milyar dolar arası hasılat yapıyor. Depp demek, yapım şirketleri için para kazanmak demek. Zaten bu filmin yapılmasını Depp kendi istemiş. Şöyle açıklıyor: "Hunter S. Thompson(Yani Paul Kemp) gerçek bir deha. İnsanlığın içinde, sürekli çığlık atan ve sesini yeteri kadar duyuramayan bir savaşçı. Ve bu savaşçı intihar etti. Şahsen benim kahramanım. Bir filmle,onu yaşatmak istedim"

Üstelik, tamam 15 milyon dolardan bahsediyoruz ama, Depp'in piyasası, aslında bundan çok daha fazla. Depp'in son yıllarda çevirdiği bir kaç filmden kazandığı paralara bakın:

Karayip Korsanları 2:        55 milyon dolar
Alice Harikalar Diyarı:      50 milyon dolar
Karayip Korsanları 3:        75 milyon dolar
Alice Harikalar Diyarı 2:   75 milyon dolar

:) 

Ne diyelim, Allah daha çok versin. Kimsenin parasında gözümüz yok.

Demem o ki, Depp gibi bir aktör için 15 milyon dolar devede kulak.

Filme geri dönersek. Kemp'in çalıştığı gazetede işler fena halde kötü. Çalışanlar grevde. Gazetenin patronu da lokavt uygulamış. Kemp'in aklına bir fikir geliyor. Tüm gazete çalışanlarını topluyor ve onlara, gazeteye gizlice girerek, bu olayları haber yapmayı teklif ediyor. Etkileyici bir konuşmayla hepsini ikna ediyor. Ancak gazetenin basımı için, bir miktar para gerekiyor. Bu parayı da buluyorlar. Nereden mi? Horoz dövüşünden :) 

Evet, Paul Kemp, yani Hunter S. Thompson, zamanında haberciliği ile emperyalizme ve kapitalizme çakmıştı. Bu arada kayna(tıl)dı. Ve yıllar sonra, kendisine hayran olan Johnny Depp aynı şeyi yaptı. Arada kaynamaması dileğiyle...

Haydi yazıyı, gazete patronunun şu replikleriyle bitirelim:




















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder