1 Temmuz 2017 Cumartesi

Bir aktörden fazlası: JACK NICHOLSON

Tim Burton'ın Batman'inde ve Wolf filminde kendisini izlediğimde, aslında onu bilmiyordum bile. Çocuktum ve uyku saatini geçirdiğim sırada bu iki filmini izlemiştim. Sanırım biri meşhur Parliament gecesi sinemasındandı. Şimdi ise "Bu adama ne oldu?" diyorum. Son filminin üzerinden tam yedi yıl geçti ve ortalarda yok. Öğrendim ki, bu dahiyane yetenek alzheimer olmuş. Film çevirmiyormuş çünkü diyalogları artık ezberleyemiyormuş. Bende bu sefer, onunla ilgili bir şeyler yazayım dedim.

Bu hayatta bazı sanatçılar vardır ve onlarla aynı dönemde yaşamak bir şanstır. Elbette Jack Nicholson, ben daha portakalda vitaminken, oyunculuk kariyerinin zirvesine ulaşmıştı. Fakat benim jenerasyonumda onu yakaladı. Jack Nicholson'ın kariyeri boyunca çok az röportajı vardır. Çünkü kendisi röportajlardan, talk showlardan, hatta bir filmin basın toplantısından bile nefret edermiş. Fakat yaptığı bazı röportajları okuma fırsatı buldum. Bunlardan birinde oyunculuğu şöyle tanımlıyor:

"Olağandışı, nevrotik karakterleri oynamayı seviyorum. Çünkü normal bir insanın korku, sevinç, mutsuzluk, endişeli ruh hallerini canlandırmak çok kolaydır. Özel bir oyunculuk becerisi gerektirmez."

Jack Nicholson 22 Nisan 1937'de, New Jersey'de dünyaya gelir. Babasının kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemez. Annesi June Frances Nicholson bir dansçıdır. Kendisi Jack'i, henüz 17 yaşındayken dünyaya getirmiştir. Ama Jack Nicholson'ı büyükannesi Ethel May ve dedesi John Joseph büyütmüştür. Fakat burada ilginç bir durum var. Büyükannesi ve dedesini, gerçek anne ve babası, annesini ise kız kardeşi zannetmiştir. Ve ilginçlik burada bitmiyor. Daha da ilginç olanı, Jack Nicholson gerçeği, tam 37 yaşındayken öğrenmiştir. Bu sırrı ise, Time dergisi muhabiri, onunla ilgili araştırma yaparken keşfetmiştir. Time dergisi ise, bu gerçeği, Jack Nicholson'ın isteğinden dolayı, 1980 yılına kadar yayınlamamıştır. 


Jack liseyi bitirdikten sonra, Los Angeles'a taşınır ve o sıralarda ablası sandığı June Nicholson ile beraber yaşamaya başlar. Kendisi Hollywood'un yer aldığı şehirdedir ancak oyunculuk düşüncesiyle buraya yerleşmemiştir. En azından bir süre için, ekonomik olarak birbirlerine destek olmaları amacıyla, ablası sandığı annesiyle beraber yaşamaya karar vermiştir. Bu amaçla para kazanmak için, bir oyuncakçı dükkanında part-time çalışmaya başlar. Bir süre sonra, gün içinde geri kalan zamanını da para kazanmak için değerlendirmek isteyen Jack, MGM stüdyolarının animasyon depratmanında işe girer. İşte deha aktör Jack'in hayatındaki baht dönüşü bu olur. Jack burada Tom ve Jerry'nin yapımcıları William Hanna ve Joseph Barbara ile çalışma fırsatı yakalar. Bu iki isim, Jack'in sahip olduğu mimik yeteneklerinden, enerjisinden ve duruşundan etkilenirler. O zamana kadar oyunculuğu hiç düşünmeyen Jack ise, Hollywood'daki yıldızların saygın yaşantılarından ve kazandıkları büyük paralardan etkilenerek, oyunculuğu denemeye karar verir. 

1958 yılında, 21 yaşındayken, ilk filmini çevirmiştir. Film Jus Addiss'in yönettiği "Cry Baby Killer"dır. 


Bu film, B yapımı bir filmdir.

Dipnot: B yapımı film, Hollywood'da, 1940-1960 yılları arasında, çift gösterim sırasında, asıl filmden önce gösterilen, düşük bütçeli, reklamı yapılmayan, küçük çapta, mütevazi, süresi 30 dakika ile 1 saat arasında değişen filmlerdir.

Jack ilk performansında, yapımcıların beğenisi kazanmıştır ancak 1. sınıf filmlerde oynaması için, hala yeterli tecrübeye sahip değildir. Arkasından setlerde günlük kazancı olan "Too Soon To Love" , "The Wild Ride" , "The Little Shop of Horrors" , "Studs Lonigan" gibi diğer B yapımı flimler çevirmiştir. Sonrasında, Hollywood'da büyük Western furyasının estiği yıllarda, yine B yapımı olan, hatta bazılarının senaryolarını kendi yazdığı, Western filmlerinde de oynamıştır.

Oyunculuk kariyerine başladığı 1958 yılından, 1968 yılına kadar B yapımı filmlerde yer alan Jack'in, artık dünya sinemasına adını yazdıracağı süreç, 1969 yılında Dennis Hopper'ın, kendisine, yer almasını teklif ettiği film ile başlayacaktır.

Dennis Hopper, kendi yöneteceği, senaryosunu Peter Fonda ile yazdığı ve yine baş rollerini Peter Fonda ile paylaşacağı, 1. sınıf bir Hollywood filmi olan "Easy Rider"da, Jack'e 'George Hanson' rolünü teklif eder. Beklediği fırsatı sonunda yakalayan Jack, tabi ki hiç düşünmeden bu teklifi kabul eder.


Jack'in bu filmde canlandırdığı 'George Hanson' alkolik bir avukattır.


Jack, bu filmdeki rolüyle, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar adayı olur. Bu adaylığı ile o altın heykelciği kazanamasa da(Sonradan üç kere kazanmayı başaracaktır) artık Jack tüm geniş kitleler tarafından tanınmaktadır.

Jack Nicholson, popüler olduktan sonra, Hollywood'a farklı bir oyuncu profili getirmiştir. Bu bahsettiğim, oyunculuk olarak değil. Özel yaşamıyla yeni bir Hollywood akımı başlatmıştır. Elbette dünyanın her yerinde olduğu gibi, Hollywood ünlüleri de, o dönem, toplum adına pek hoş karşılanmayan zıpırlıklar yapmaktadır. Fakat Hollywood'da bu durumu olağan hale getiren kişi Jack Nicholson olmuştur. Örneğin "Kadınlarla yatıyorum, çünkü kadınlarla yatmayı seviyorum" demiştir. Şimdi diyebilirsiniz ki "Eee? Bu açıklamada ne var?" Bir şey yok ama günümüz şartlarına göre bir şey yok. Jack'in bunu söylediği dönemde, belki inandırıcı gelmeyebilir ama bu tür açıklamalar ABD'de bile hoş karşılanmıyordu. Fakat bu Jack'in umurunda değildi. O, nadiren verdiği röportajlardan birinde, kendisine sorulan "Sabah kalktığınızda, ilk olarak ne yaparsınız?" sorusuna "Yüzümü yıkar, evime giderim" cevabını veren bir adamdır. Hatta yıllar sonra "Bugüne kadar 2000 kadınla birlikte oldum. Biri hariç, hiçbiri evlilik teklifimi ciddiye almadı" demiştir. Neden alsınlar ki? Jack için güzel kadınlarla yatmak, nefes alıp vermek kadar doğal ve zaruri bir ihtiyaçtı. Bunu da biraz ego tatmini olsa gerek, milletin gözüne soka soka yapardı. Onun karakteri buydu.

Jack emin adımlarla yeteneğine takdir ve ününe ün katmaya devam ediyordu. Sırasıyla "The Rebel Rousers" ve Barbara Streisand'ın başrolünü oynadığı "On A Clear Day You Can See Forever"(Türkiye'de "Tatlım" ismiyle yayınlanmıştır :D) filmlerini çevirmiştir. Fakat Jack hala, başrolünde kendisinin yer aldığı bir film çevirmemiştir. Sonunda 1970 yılında bu gerçekleşir. Üstelik bu film teklifini kabul ettiği için, sonradan kendisine gelen "The Godfather" filmindeki "Michael Carleone" rolünü kabul edememiştir. Bu film ise "Five Easy Pieces"(Beş Kolay Parça) filmidir.


Bu film, Amerikan bağımsız sinemasının ilk örneklerinden biri kabul edilir. Filmde Robert(Jack Nicholson) ölmek üzere olan babasını ziyaret amacıyla eve geri döner ve unutmaya çalıştığı geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalır. Jack'in performansı büyüleyicidir ve bu sefer En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar adayı olur. Yine kazanamaz ama filmdeki performansı için mükemmel eleştiriler almıştır. Yine de şahsen ben hep merak etmişimdir. Acaba Jack "Ulan keşke şu Michael Carleone rolü daha erken gelseydi beea?" demiş midir acaba? Her ne kadar Al Pacino, Michael Carleone rolüyle olağanüstü bir performans sergilemiş olsa bile, Jack'e de oldukça farklı bir şekilde yakışabilirdi değil mi? Üstelik aynı karede Jack ve Brando. Wooaaauw! :)

Jack artık 1. sınıf filmlerin başrol oyuncusuydu. Sonradan sırasıyla, en yakın arkadaşının sevgilisine aşık olan bir karakteri canlandırdığı "Carnal Knowledge", Orson Welles ile başrollerini paylaştığı "A Safe Place", Bob Rafelson imzalı "The King of Marvin Gardens" ve fırlama bir denizciyi canlandırdığı "The Last Detail" geldi.

Jack bu dönemleri için şöyle bir açıklama yapmıştır: "Çok hızlı bir hayat yaşıyordum. Eğlenceli ve yaramazca. Disiplinsiz biri değildim ama çok enerjiktim. Çekim biter, gece kulüplerinde eğlenir, oradan Marlon'un evine gider, eğlenmeye onunla devam ederdim. Zaten hep Marlon'da kalırdım. Belki de o evde Marlon'dan bile daha çok kaldım"

1974 yılına gelindiğinde, Jack kariyerinin en önemli filmlerinden birine imza atacaktır. Bu film, Roman Polanski imzalı "Chinatown"(Çin Mahallesi)dur.



(Yazının bu kısmı spoilerdır)
Jack bu filmde "J . J. Jack Gittes" adında bir dedektifi canlandırmıştır. Filmde kocası tarafından aldatıldığını düşünen Eveleyn tarafından tutulur ve kendisinden bu ihaneti ispatlaması istenir. Bunu ispatlar fakat daha sonra bu ihaneti gerçekleştiren Mulwray'in öldürüldüğünü öğrenir. Sonrasında kendisini kiralayan Eveleyn'in, gerçek Eveleyn olmadığını fark eder. Olayın üzerine gittikçe, işin aslının, yakınında su olmadığı için ucuz olan arazilerin satışı ve sonrasında o arazileri suyla buluşturup, milyonlarca dolar kazanılmasının hedeflendiğini öğrenir.

(Spoiler bitti :D)

Bu film, çekildiği dönem çok büyük bir başarı elde etmiştir. Hatta 11 tane Oscar adaylığı almıştır fakat bu adaylıklardan sadece bir tanesini(En İyi Senaryo) kazanmıştır. Tahmin ettiğiniz gibi, bizim Jack'te En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar adayı olmuştur. Ancak Altın Küre ödüllerinde, Jack En İyi Erkek Oyuncu ödülünü, Polanski En İyi Yönetmeni, Drama dalında En İyi Film'i ve Oscar'da olduğu gibi En İyi Senaryo'yu kazanmıştır. Film aynı zamanda, ABD Kongre Kütüphanesi tarafından "Kültürel, Estetik ve Tarihi Önem" taşıdığı gerekçesiyle koruma altına alınmıştır.

Fakat Jack bu filmden sonra yaptığı üç filmle, aniden bir düşüşe geçmiştir. Bu sert bir düşüş değildir. Bir dipte değildir ama kendisinden beklenenden çok uzak filmlere imza atmıştır. Üstelik bu filmlerin hepsini 1975 yılında çekmiştir. İlki "The Passenger"dır. Bir İtalyan yapımı filmdir. Filmde Jack'in performansı beğenilmiştir ancak film beklenen başarıyı yakalayamamıştır. İkinci, aslında konuk oyuncu olarak, küçük bir rolde yer aldığı "Tommy"dir. Bu yüzden bunu göz ardı edebiliriz. Üçüncü ise "The Fortune"dır. Warren Beatty ile başrolünü paylaştığı film, pek olumlu eleştiriler almamıştır.

Ta kiiiii...

1975 yılı henüz bitmemiştir. Jack için maç devam etmektedir. Ve belki kıyamete kadar hiç unutulmayacak bir filme ve oyunculuk performansına imza atacaktır. Müziği verin! Tatatataaaam...

"One Flew Over The Cuckoo's Nest"


Filmin aslında Türkçe ismi "Kafesten Bir Guguk Kuşu Uçtu"dur. Fakat Türkiye'de "Guguk Kuşu" adıyla gösterime girmiştir. Film Ken Kesey'in romanından sinemaya uyarlanmıştır. Dünyanın bir çok yerinde tiyatro oyunu olarak da sergilenmiştir. Ankara Devlet Tiyatrosu ve Kocaeli Şehir Tiyatroları bu oyunu oynamıştır. Ankara temsilinde Jack'in bu filmde canlandırdığı "McMurphy" karakterini Bozkurt Kuruç oynamıştır. Hatta dipnot olarak, bu temsillerden birinde kalp krizi geçirmiştir.

Bu filmin yapımcısı Michael Douglas'tır. Ve bu filmin yapımcısı olmaya karar verdiği günden beri, baş rolde Marlon Brando'nun oynamasını istemektedir. Fakat babası Kirk Douglas senaryoyu çok beğenmiştir ve oğlundan, bu rolü oynamayı ister. Ancak Michael kesinlikle baba torpili yapmaz. İsteği Brando olmasına rağmen, doğal olarak görüşme sürecinde neler yaşandığı bilinmez ve rolü Jack'e vereceğini söyler. Michael Douglas "Bu rolü babama vermediğim için, benimle yıllarca konuşmadı. Yine de tercihimin ne kadar doğru olduğu ortada" demiştir.

Jack bu filmde, hapishanede yatan ve sürekli sorunlar çıkardığı için, akıl sağlığının yerinde olmadığı düşünülen ve bu yüzden tedavi görmesi için akıl hastanesine yatırılan "McMurphy" karakterini canlandırmıştır. McMurphy tabi ki toplumun değer normlarına göre normal davranışlar sergilemez fakat akıl sağlığı bozuk bir insanda değildir. Kendisi gibi hastanede tedavi gören koğuş arkadaşları, ciddi sayılacak psikotik ve nevrotik bozukluklara sahiptir. Fakat McMurphy'nin oraya gelmesiyle, birden hepsi kendi benliğini bulmaya başlamış, oradaki doktorların ve ilaçların yapamadığını yapıp, bir nevi onları iyileştirme sürecine sokmuştur. Elbette McMurphy'nin, koğuştaki diğer arkadaşlarına iyi gelen tavır ve davranışları, doktorlar ve özellikle "Başhemşire Ratched" tarafından hoş karşılanmaz. Çünkü onlar, McMurphy yüzünden otoritelerini kaybetmeye başlayacaklarını ve işe yaramadıklarının görüleceğinden korkmuşlardır. Bu yüzden filmin sonunda McMurphy'ye lobotomi uygulanır. Onu böyle görmeye dayanamayan "Şef" lakabını taktığı kızılderili arkadaşı tarafından öldürülür. Film mükemmel bir sosyolojik eleştiri yapmaktadır. Hangi dönem olursa olsun, tepedekileri sorgulayamazsınız. Sizin yaptıklarınız kendiniz ve insanlar için doğru olduğu halde, otoriyeyi tehdit ettğinizde sizi durdururlar. Biraz başarılı olduğunuz andan itibaren, McMurphy gibi yok edilirsiniz. Tarihte bu şartlarda olmasına rağmen başarılı olmuş insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bunlardan biri de "Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK"tür.

Filmde Jack Nicholson'ın performansı, bir oyunculuk performansından fazlasıdır. Yazımın başlığı olan "Bir akötürden fazlası" sözünü, şahsen benim adıma, en çok bu filmdeki performansıyla hak etmiştir. Ve sonunda En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülünü kazanmıştır. Sadece Jack değil, Başhemşire Ratched rolüyle Louise Fletcher En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü, Milos Forman En İyi Yönetmeni, En İyi Film'i ve En İyi Uyarlama Senaryo ödüllerini de kazanmayı başarmıştır.


Filmdeki dipnotlara değinelim:

- Jack Nicholson, çekimler başlamadan bir ay önce, filminde çekildiği akıl hastanesinde, kendi isteğiyle bir ay boyunca bir hasta gibi kalmıştır.
- Filmdeki doktorların tamamı, gerçek hayatta o akıl hastanesinde çalışan gerçek doktorlardır.
- Filmdeki yatla gezme sahnesi, filmin çekimleri tamamlandıktan sonra çekilmiştir. Normalde senaryoda yer almayan bu sahnenin, sonradan eklenmesine karar verilmiştir.
- Filmdeki "Şef" karakteri, profesyonel bir oyuncu değildir. Yolda kendisine tesadüfen rastlanmış ve tip olarak uygun olduğu için, bu rol kendisine teklif edilmiştir. Hatta kendisinin at çalmaktan sabıkası varmış.
- Film aynı zamanda, dünyada en çok gösterimde kalan film unvanını elinde bulunduruyor.(12 sene boyunca İsveç'te)
- Bu film de, ABD Kongre Kütüphanesi tarafından "Kültürel, Estetik ve Tarihi Önem" taşıdığı gerekçesiyle koruma altına alınmıştır.

Jack Nicholson bu film için "Senaryo bana ilk geldiğinde 'Jack tamamdır, bu sefer Oscar senin' demiştim. O zamana kadar, en sabırsızlandığım projeydi. Hatta şimdi düşünüyorum da, sonrasında bile bu kadar sabırsızlandığım bir proje hatırlamıyorum" demiştir.

Jack bu filmle, o dönem için Hollywood'ta rekor sayılacak bir ücret almıştır. Tam 1.000.000 $. O dönem için, bu çok büyük bir rakamdı. Milyonlu rakamlar alan oyuncu sayısı çok azdı ve Jack'te artık onlardan biri olmuştu.

Jack artık nirvanada görülen oyunculardan biriydi. Bu şaheser filmden sonra, kankası ve bir çokları için(ki benim içinde öyle) dünya tarihinin gelmiş geçmiş en iyi aktörü olan Marlon Brando ile kamera karşısına geçmiştir. İki büyük defa, bir western filmi olan "The Missouri Breaks"(Bozgun)te, başrolü paylaşmışlardır.


Bakınca, evet iki büyük isim, fakat film büyük bir başarı yakalayamadı. Hatta beklentinin çok altında kaldı. Gerçi bazı detayları da düşünmeliyiz. O dönem, ABD medyası, Brando aleyhine çok fazla propaganda yapıyordu. Bu da sebep olmuş olabilir. Yine de Brando ve Nicholson'dan bahsediyoruz. İzlemeye değer dememe bile gerek yok sanırım :)

Jack sonrasında, senaryosunu F. Scott Fitzgerald'in yazdığı, Elia Kazan'ın yönettiği ve başrolünde Robert De Niro'nun yer aldığı "The Last Tycoon"(Son Patron) filminde ufak bir rolde yer almıştır. Arkasından, kendisinin yönettiği, bir western komedisi "Goin' South"(Güneye Yolculuk) filmini çevirmiştir.

Her yıl 2-3 film çeviren Nicholson, 1980 yılında sadece bir tane film çevirmiştir. Fakat zaten, halk tabiriyle "Adam olana yeter" dedirtecek bir filmdir. Senaryosunu Stephen King'in yazdığı ve Stanley Kubrick'in yönettiği, o efsanevi film "The Shining"(Cinnet)tir.


Bu bir korku-gerilim filmidir. Bu filmde Jack(filmdeki adı da Jack'tir :D) eşi ve erkek çocuğu ile beraber, sezonun kapalı olduğu bir dönem, bir otele yerleşirler. Jack bir yazardır ve burada romanını bitirmek ister. Fakat işler bu kadar normal gitmeyecektir. Jack, akıl sağlığını yavaş yavaş kaybetmeye başlar. Sonunda cinnet geçirir ve karısı ile çocuğunu öldürmeye karar verir.

Jack ve Kubrick

Bu filmle ilgili Kubrick, şöyle bir açıklama yapmıştır: "Filmde, Jack'in baltayla Shelley'i(filmde karısını canlandıran Shelley Duvall, kendisi Robert Duvall'in kızıdır) öldüreceği sahneyi, 300 kere tekrarlatmıştım. Jack her defasında çok iyiydi ama biliyorum daha da iyisi olabilirdi. Jack, bu kadar çok tekrarım için, bir kere bile itiraz etmedi"

Jack bu filmde, dönemin şartları sebebiyle, fazla efekt kullanılmadan, bir insan olarak, o dönem insanları gerçekten korkutmayı başarmıştır. İşte bu oyunculuktur. İşte bunu yapmak çok zordur. Bunu sadece Jack gibiler yapar. Jack'in şöyle bir oyunculuk tanımı vardır: "Bir film setindeki yıldız aktör, saatli bomba gibidir. Yaklaşırken çok dikkat etmelisiniz. İyiliğiniz için, infilak etmemeli" Sanırım bu sözü, bu filmden sonra söylemiştir :)

1981 yılında Jack, sinema tarihinin unutulmaz filmlerinden biri olan "The Postman Always Rings Twice"(Postacı Kapıyı İki Kere Çalar) filminin yeni versiyonu için kamera karşısına geçti. 



Bu film, dönemin ABD'sinde, büyük buhranın, ABD toplumunu, hem sosyolojik, hemde psikolojik olarak ne kadar olumsuz etkilediğini mükemmel bir şekilde anlatmıştır. Frank(Jack) bu filmde, büyük buhranın çok etkilediği, ne idüğü belirsiz bir serseridir. Filmin başında bir pansiyona yerleşir ve pansiyonun sahibinin çekici karısı Cora(Jessica Lange)dan çok etkilenir. Sürekli ona kur yapan Frank, sonunda onu elde etmek için girişimde bulunur. Cora evli olduğu için, bunun doğru olmadığı düşünür ve istemez. Fakat daha sonra, kendisi de Frank'e karşı koyamaz ve yasak bir ilişkiye başlarlar. 

Jack bu filmde, dünya sinemasının en unutulmaz sevişme sahnelerinden birine imza atmıştır. Özel yaşamında kadın düşkünü olan bizim Jack, kadınlarla, tutkulu bir biçimde nasıl olduğunu, bu filmle, bütün dünyaya göstermiştir :)

Arkasından Jack, Reds filminde Eugene O'Neill'i canlandırdığı, küçük bir rolde yer almıştır. Sonrasında Harvey Keitel'in de yer aldığı "The Border" filmini çevirmiştir.

Jack bir oyuncu olarak, harika performanslara imza atıyordu. Fakat Oscar'ı aldığından bu yana sekiz yıl geçmişti ve böyle bir aktör, bir tane ile yetinemezdi. Eşyanın tabiatına aykırıydı :) Ve Jack o yıl "Terms of Endearment"(Sevgi Sözcükleri) filminde yer aldı.


Bu film, romantik komedi tadında başlayan, fakat sonunda izleyici hüngür hüngür ağlatan(şahsen ben salya sümük ağladım) bir filmdir. Filmde Aurora(Deborah Winger) kocasından boşanmış, hayattaki tek varlığı kızı Emma(Shirley MacLaine) olan, çok disiplinli, asosyal, despot bir insandır. Hayatında sevdiği tek şey kızıdır. Fakat kızı, istemediği bir evilik yapmaktadır. Bu arada yaşına göre kendisi gerçekten hoş bir kadındır ve yaşıtı erkekler sürekli kendisiyle birlikte olmak ister. Elbette buna kesinlikle yanaşmaz. Bizim Garrett(yani Jack :D) ise oldukça iyi kazanan, hafif alkolik ve çok çapkın bir astronottur ve Aurora'nın komşusudur. Ve Garrett, tahmin ettiğiniz gibi, zorda olsa, onu etkilemeyi başarır :) Fakat bizim Jack'in tek amacı sekstir. Halbuki Aurora duygusal bir ilişki istemektedir. Filmin devamından bahsetmeyeceğim. Çünkü öyle bir gidişatı var ki, izleyin derim. Dediğim gibi, film zaten öyle bir bitiyor ki, karnı acıkmış bebek gibi ağladım. Yine de şunu söylemek istiyorum. Garrett ve Aurora'nın sevişmeye başladıkları sırada, Garrett nezaketten oksun davranır ve Aurora "Kendine gel, Ben senin sürekli birlikte olduğun genç kızlardan değilim. Eğer unuttuysan, tekrar haırlamalısın. Ben bir büyükanneyim" dedikten sonra, bizim çakır keyif olmuş Jack'in, olaya bakışını belirten öyle bir yüz hali ve tavrı var ki, zaten sırf bunun için kendisine Oscar verilir ve verildi de :) Jack bu filmdeki performansıyla "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" Oscar Ödülü'nü kazandı. Aynı zamanda Deborah Winger'da "Aurora" rolüyle "En İyi Kadın Oyuncu" Oscar Ödülü'nün sahibi oldu.

İkinci kez Oscar Ödülü kazandıkan sonra, Jack oyunculuğa bir yıl ara verdi. Bir yıl sonrasında, ne yazık ki hem filmin, hemde kendisinin çok eleştirildiği "Prizzi's Honour"(Prizzi'lerin Onuru) filmine imza attı. Aksiyon-komedi dalında bir mafya filmi olan bu yapım, ne yazık ki hiç beğenilmedi. Film ve Jack'in performansı yerden yere vuruldu. Anlaşılan bizim Jack'e, bir yıllık tatil yaramamıştı.

Arkasından, başrollerini Merly Streep ile paylaştığı "Heartburn" filmini çevirdi. Bu romantik komedi tadında bir filmdi. Film ve bu iki büyük oyuncunun performansları beğenilse de, Jack "Daha iyisini yapabilirdi" eleştirilerinden kurtulamadı.

Jack için işler iyi gitmiyordu. Sanki aldığı ikinci Oscar, kendisine uğursuz gelmişti. Durumu biraz daha kurtarmak için, baş rolünü üç büyük kadın oyuncuyla ile paylaştığı(Michelle Pfeiffer, Cher, Susan Sarandon) "The Witches of Eastwick" filmini çevirdi. Jack bu filmde, Darly Van Horne adında, aslında şeytan olan bir karakteri canlandırdı. Korku-komedi türünde olan bu film, eleştirmenler tarafından hiç beğenilmedi. Bizim Jack'in performansı da, yerden yere vuruldu. Jack, durumu bir türlü toparlayamamıştı. Neden bilinmez, sürekli kendini tekrar eden bir hale gelmişti. Sonrasında biraz uzak durmak mı istedi bilinmez, çünkü "Broadcast News"(Haberler) filminde çok küçük bir rolde yer aldı.

Jack'in kötü gidişi devam ederken, Merly Streep ile tekrar kamera karşısına geçti. Bu sefer "Ironweed"(Sonsuz Matem) filmi için.


Film yayınlandıktan sonra, Nicholson ve Streep'in performansları, yere göğe sığdırılamadı. Jack yine eleştirmenlerin gözdesiydi. Jack bu filmle Oscar adayı oldu fakat kazanamadı. Hatta kimi sinema eleştirmenleri, o yıl için, ödülü Jack'in hak ettiğini dile getirdiler. Fakat bir sorun vardı. Evet, film çok beğenildi ve Jack mükemmel bir şekilde yeşil sahalara geri döndü ancak film gişede çok başarısız oldu. Evet, olması gerektiği şekilde her şey çok iyiydi ama Jack bu sefer de, yapımcılara para kazandırmayı başaramadı.

Jack bu filmden sonra, yine bir yıl ara verdi. Verme işte kardeşim, öncesinde yaramadı :) Fakat bu sefer, beyazperdeye çok farklı bir şekilde geri döndü. Tim Burton'ın "Batman"in de "Joker" olarak.


Aslında Jack, kendisine bu teklif ilk geldiği zaman, yer almayı reddetti. Fakat Joker karakterinden bahsediyoruz. Şeytani gülüşe sahip birine ihtiyaç vardı. Sizinde aklınıza Jack'ten başkası geliyor mu?:) Üstelik Batman rolünü "Michael Keaton" oynayacaktı. Yapımclar, yeteri kadar popüler olmadığı için, Keaton'ı istemiyorlardı ancak Burton onları ikna etmişti. Öyleyse, Joker'i gerçekten sansasyonel bir isim oynamalıydı.

Jack sonunda rolü, aşırı astronomik bir para karşılığında kabul etti. Jack peşin para olarak tam 6.000.000 $ ve filmin gelirlerinin %10'unu aldı. Filmin %10'luk gelirleriyle birlikte, Jack yaklaşık 70.000.000 $ dolar para kazanmıştır ve dönemin şartlarında, Hollywood yıldızları, tek bir filmden bu rakamı, hayal bile edemezler.


Jack filmindeki performansıyla adeta o dönem efsane oldu. Hatta eleştirmenler, Joker performansı için "Bundan daha iyis olamaz" dedi. Fakat yıllar sonra Heath Ledger, yine halk tabiriyle "Çocuğu koydu" ve gitti:)
Bence Jack'e sorsak, o bile bunu kabul eder. Demek ki, eleştirmenleri pekte takmamak gerekiyormu, bu da ayrı mesele.

Jack, Joker tecrübesi sonrası, bu sefer beyazperdeye, oyunculuğun yanı sıra, tekrar yönetmen olarak geri döndü. Başrolünde kendisinin yer aldığı ve Harvey Keitel ile Meg Tilly'nin kendisine eşlik ettiği "The Two Jakes"(Dedektif Jake) filmini çevirdi. Hooop yine eleştirmenler tarafından yerden yere vurulan bir başka Jack Nicholson filmi oldu.

Arkasından, baş rolünü Ellen Barkin ile paylaştığı "Man Trouble" filmi geldi. Bu da yine Jack'in ve filmin yerden yere vurulduğu bir başka yapım oldu.

Jack sonrasında, o dönemin süperstarı Tom Cruise ile kamera karşısına geçti. Filmin dünya çapında çok izleneceği kesindi çünkü belki oyunculuk olarak Jack ile kıyaslamak, Jack'e küfür olur ama Tom Cruise'un altın yıllarıydı. Genç kızların sevgilisi jönstar. Bu film "A Few Good Man"(Bir Kaç İyi Adam)dir.


Jack bu filmde bir generaldir. Kritik bir yerde görev yapmaktadır ve bizim Türk Ordusu'na göre düşünürsek, Özel Kuvvetler Komutanlığı eşdeğerinde bir birliği yönetmektedir. Burada, özel yetiştirilen askerlere verilen eğitim çok katıdır ve bu eğitim yüzünden hayatını kaybeden askerler olmuştur. Tom Cruise ise bir avukat olarak, bu cinayetleri araştırmaktadır.

Jack bu filmdeki performansıyla resmen döktürmüştür. İzlerken "Lan adamın içinde, belki de hep acımasız bir asker olmak vardı" diyorsunuz. Dört dalda Oscar Adayı olan filmde, Jack Nicholson, en iyi erkek oyuncu dalında aday olmasına karşın, ödülü kazanamaz. Fakat, bizim Jack'in performansının, ayakta alkışlanacak türden oluşu, su götürmez bir gerçektir.

Bu harika performanstan sonra, bir başka kankası Danny DeVito'nun yönettiği ve kendisinin de oynadığı "Hoffa" filmi için kamera karşısına geçer.


Bu gerçek hayattan alında bir hikayedir. Jimmy Hoffa, sendikalar için çalışan biridir. Sonunda öldürülmüştür ve mezarının nerede olduğu, günümüzde bile hala bilinmez.

Bu film tam bir fiyasko olmuştur. Hatta Jack'in performansı da, o kadar çok eleştirilmiştir ki, yılın en kötü oyuncularına verilen "Altın Ahududu" ödüllerine aday gösterilmiştir. Neyse ki ödülü Jck kazanmadı :) Zaman zaman bu ödülü, çok büyük yıldızlara verdikleri olmuştur. Ve bu zamana kadar, bir çok yıldız kazanmasa bile aday olarak gösterilmiştir. Tabi ki ödülü almaya kimse gitmez. Halle Berry hariç. O, inadına bu ödülü almaya gitmişti. Bu zamana kadar Michael Douglas, Keanu Reeves, Charlize Theron, Eddie Murpy, Nicolas Cage gibi aktörler, bu ödüle aday gösterilmiştir.

Bu hatırlamak istemediği filmden sonra Jack, 13.000.000 $ karşılığında, "Wolf" filminde, bir kurt adamı canlandırmıştır.


Film oldukça iyi bir başarı elde etti. Film ve Jack'in performansları çok beğenildi. Dönemine göre, insanların, karanlıkta izlerken, gerçekten tedirgin olduğu bir filmdi.

Akabinde Jack, Sean Penn'in yazıp yönettiği "The Crossing Guard", Bob Rafelson'ın yönettiği ve baş rölünü Michael Caine ile paylaştığı "Blood and Wine" ve kendisinin çok küçük bir rol aldığı "The Evening Star" filmlerinde yer aldı. Bu filmler ne çok eleştirildi, ne de çok beğenildi. İki saatlik, vakit geçirip, kafa dağıtmak için izlenilecek filmlerden öte filmler değildi.

1996 yılına gelindiğinde Jack, dünyaca ünlü büyük yıldızların yer aldığı, Tim Burton'ın yönettiği "The Mars Attack" filminde oynadı.



Jack bu filmde, Amerikan Başkanı'nı canlandırdı. Bu filmde Jack'in dışında, Glenn Close, Annette Bening, Pierce Brosnan, Danny DeVito, Sarah Jessica Parker, Tom Jones hatta ergenliğinin ilk yıllarında olan Natalie Portman yer almıştır. Hatta Portman bu filmde, Jack Nicholson'ın kızı rolündedir. Film dünya çapında çok izlendi ve beğenildi. Jack'te göz dolduran bir performans sergiledi.

Jack ikinci Oscar Ödülü'nden, bu zamana kadar inişli çıkışlı bir grafik sergiledi. Oscar adayı da oldu, Altın Ahududu adayı da. Ve 1997 yılı, yine Jack'in yılı olacaktı. "As Good As It Gets" yani "Benden Bu Kadar" ile.


Jack bu filmde "Melvin Udall" adında, aşırı obsesif kompulsif bozukluğu olan, asosyal ve eşcinsel düşmanı bir adamı canlandırmıştır. Fakat Jack öyle bir oynamıştır ki "Olm akıllı olun lan! İstesem hepinizin iki dakkada aklını alırım, bozmayın kafamı..." demiştir. Zaten afişten de gördüğünüz üzere, Jack "En İyi Erkek Oyuncu" Oscar Ödülü'nün kazanarak, bu altın heykelciği, üçüncü kez evine götürmeyi başarmıştır. Ve yine afişten de gördüğünüz gibi, rol arkadaşı Helen Hunt'ta "En İyi Kadın Oyuncu" Oscar Ödülü'nü kazanmayı başarmıştır.

Bu filmden sonra, artık kötü bir iş yapsa bile, bir şey kesindi. Jack, dünya tarihine adını altın harflerle yazdırmış, hiçbir zaman unutulmayacak efsane bir aktördü. Çünkü malzeme belliydi.

Jack için artık kariyeri adına işler düzelmişti. Hatta çok iyiydi. Sonrasında yine Sean Penn'in yazıp yönettiği "The Plegde" filminde "Jerry Black" adında emekliliğe ayrılmayı bekleyen fakat son bir dava için çalışan bir polisi canlandırdı.


Jack bu filminde de olağanüstüydü. Seyirciye mükemmel oyunculuğunu yine sergilemişti. Bu filmle de en iyi erkek oyuncu dalında Oscar adayı olan Jack, ödülü kazanamasa da, herkesin tüm takdirini toplamıştı. Hatta filmin final sahsesinde, öyle bir performans sergilemiştir ki, Sean Penn bunu şöyle anlatıyor: "Jack final sahnesinde müthişti. Tüm ekip hayran kaldık. Çekimden sonra yanına gidip "Jack gerçekten, bunu nasıl yapıyorsun?' diye sordum. O da önce bir sigara yaktı ve sonra bana bakıp 'Sean, her büyük aktörün, bu meslekte iyiyi yakalamak için, kendine ait bir kaç sırrı vardır' dedi." Gerçekten, Jack'in o sırları acaba nedir? :)

Jack döktürmeye devam ediyordu. Sırada "Abour Schmidt"(Schmidt Hakkında) filmi vardı.


Jack bu filminde, yeni emekli olmuş fakat bu durumu bir türlü kabullenememiş, eşini kaybetmiş, hayatta tek değer verdiği varlığı kızı kalmış fakat o da kendisinin istemediği bir evlilik yapan ve bu yüzden depresyonda olan "Warren Schmidt" adında bir karakteri canlandırmıştır. Aslında canlandırmak ne demek? Resmen yaşamıştır. Jack, bu filmde, tek kelime ile harikadır. Oscar Adayı olmuştur ve ödülü kendisinin ya da Piyanist filmindeki performansıyla Adrien Brody'nin alması beklenmektedir. Gecenin sonunda, altın küreciği Brody kazanmıştır ama Jack yine de Altın Küre'de "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü kapmayı başarmıştır.

Sonrasındaki iki işinde Jack, biraz daha piyasa işlerine yönelmiştir. İlkinde Adam Sandler ile "Anger Management"(Asabiyim Ben) filminde bir psikoloğu canlandırmıştır. Hemen arkasından, baş rolünü Dinae Keaton ile paylaştığı "Something Gotta Give"(Aşkta Her Şey Mümkün) filmini çevirmiştir. Hayatının baharında olan iki insanın yaşadığı eğlenceli aşk ile izleyicilerin güzel vakit geçirmesini sağlayan sempatik bir film olmuştur.

Bu filmin yayınlandığı dönem, Jack Nicholson, Hürriyet için bir röportaj vermiştir. Bu röportajda şöyle bir açıklama yapmıştır: "Artık eskisi gibi değilim. Uslandım. Yine de güzel bir kadınla görüntülenmek, elbette hoşuma gider. Fakat gerçeklerin farkındayım. Artık merdivenleri çıkarken çok zorlanıyorum. Her güzel şeyin bir sonu vardır. Ben artık yaşlıyım. Çorabımın lastiğinden dolayı, bacağımdaki kılların döküldüğünü fark ettiğim zaman, bu gerçeği tamamen kabul ettim." İşte bu yılların özetiydi. Bu açıklamadan, o kadar çok anlam çıkarılır ki...

Fiziksel olarak yaşlanmış olabilir. Ama ona beyazperdede hala ihtiyaç vardı. Sıradaki film, baş rollerini Leonardo Di Caprio, Matt Damon ve Mark Wahlberg ile paylaştığı, Martin Scorsese imzalı "The Departed"(Köstebek) filmiydi.


Bu film, aslında Çin yapımı bir film olan "Internal Affairséin ABD için yapılan versiyonudur. Jack, bu filmde, küçükken yanına bir çocuk alır. Bu çocuk Matt Damon'dır. Onun eğitimi ve bakımını üstlenir. Sonunda kendisi polis olur ve Jack için köstebeklik yapar. Bu durum, sizlere de bir bakıma tanıdık geliyor değil mi? :)

Bir yıl sonra, bir başka duayen oyuncu Morgan Freeman ile kamera karşısına geçen Jack "The Bucket List"(Şimdi Ya Da Asla) adlı filmi çevirmiştir.


Edward(Jack Nicholson) ve Carter(Morgan Freeman) kansere yakalanmış ve ne yazık ki çok az ömrü kalmış iki hastadır. Carter, tedavisi için hastanede yatmaktadır ve o hastanenin sahibi de Edward'dır. Fakat bu hastanenin bir özelliği vardır. Tek kişilik oda yoktur. Edward kendi hastanesinde istemeye istemeye, Carter ile oda arkadaşı olur. Bir gün Carter, kendini oyalamak için, bir "Ölmeden önce yapılacaklar" listesi hazırlar. Bu liste, Edward'ın ilgisini çeker. Bunun üzerine Edward, kendisine bir teklifte bulunur. Beraber bu listeyi tamamlamak. Gerçekten eğlenceli ve dokunaklı bir filmdir. Çokta zekice bir sonu vardır.

Bu güzel film sonrası, oyunculuğa üç yıl ara veren Jack, sonrasında bir komedi filmi olan "How Do You Know" filminde yardımcı bir rolde yer almıştır.

İşte dehanın tüm kariyeri bu. O, tarif edilmesi çok zor başarıları da tatmıştır, başarısızlıkları da. Çok büyük paralar kazanmıştır, yıllarca birbirinden güzel kadınlarla beraber olmuştur, ne yazık ki uyuşturucu da kullanmıştır... Ama kendisi, yaşadığı bu hayatı "Renkli bir hayat" olarak tanımlamıştır. Aşkta hiç bir zaman başarılı olamamıştır. Ömrünün geri kalanında, elinden geldiği kadar iyi bir baba olmaya çalışacağını söylemiştir. Maalesef o artık alzheimerdır. Artık yaşlıdır. Onun için, artık lüks evlerin, son model arabaların, belki de eskisi kadar bir önemi yoktur. Hatta güzel kadınların bile. Yine de, geriye dönüp baktığında, alzheimer yüzünden unutmadığı zamanlarda, One Flew Over The Cuckoo's Nest'i, Chinatown'u, Shining'i, Easy Rider'ı, As Good As It Gets'i, About Schmidt'i görüyor. Bu, onun "Ben Jack'im. Jack Nicholson'ım" deyip, kendiyle gurur duyması için yeterlidir. Evet o Jack Nicholson'dır. Her görenin, karşısında saygıyla düğme ilikleyeceği adam.

Hürriyet için verdiği bir röportajdan bahsetmiştim. O röportajı şöyle bitiriyor: "Türkiye'deki hayranlarıma tüm kalbimle selamlar. Tek isteğim, güzel kadınların daha çok çocuk doğurması. Dünyanın güzel insanlara ihtiyacı var" Wuhuuuu..!!! İşte adamım Jack :D

Sevgiler ve saygılarla...























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder