10 Şubat 2018 Cumartesi

Siyasal İslamcılar'ı, Freud'un bakış açısıyla değerlendirmek

Freud'u hepiniz duymuşsunuzdur. Avusturyalı psikiyatrist. Psikanalizin kurucusu. Dünyada kimilerinin çok takdir ettiği, kimilerinin de düşüncelerini abartılı bulduğu bir kişi. Yine de bir gerçek var ki, bugün dünyanın en önemli üniversitelerinde, psikoloji ile ilgili verilen eğitimlerde, en çok öğretilen bilim insanıdır. Günümüzde de hala insanların ilgisini çeken, eserleri hala okunan ve düşünceleri üzerine hala çalışma yapılan biridir.


Şimdi bu gördüğünüz resmin, bir anlamı var. Elbette Freud gibi biri, üzerinde yıllarca konuşulacak bir insan. Bir kaç kelimeyle, yıllarını harcadığı çalışmalarını açıklayamayız. Yine de bir kaç temel düşüncesini dile getirebiliriz. Freud insanı şöyle tanımlar:

"İnsan aslında bir hayvandır. Çünkü hayvanlar gibi dürtüleriyle yaşar. Kendisini etkileyen en önemli dürtüsü de cinselliktir. İnsan yaptığı şeyin çoğunu, cinsellik dürtüsüne göre hareket ederek yapar. Ancak bu cinsellik dürtüsü bilincinde değil bilinçaltındadır. Bu yüzden bu gerçeğin farkında değildir. Hayvanlarla aramızdaki fark budur" 

Üstelik Freud bu dürtümüzün, sanılanın aksine ergenlik çağında değil, doğumumuzdan itibaren başlayan bir süreç olduğunu söyler. Hatta kimilerini okurken rahatsız edecek şöyle bir açıklaması da vardır:

"Kız ya da erkek fark etmez. Bir bebek, annesinden süt emdiği sırada, seksüel bir zevk duyar"

Üstelik Freud, bu açıklamaları yaptığı zaman, bugün medeniyetin kendisi olarak övünen batının, çok tutucu olduğu bir dönemdi ve elbette bu düşünceleri hiç hoş karşılanmadı.

Ve Freud'a göre, aslında sadece Freud'a göre değil, elbette doğal olarak bu cinsellik dürtüsünü bilincinde yaşayıp, kontrol altına alamayan insanlar hastadır. 

Şimdi Freud'un bu düşüncelerine bakınca, aklıma bu Arap milliyetçisi yobaz Siyasal İslamcılar geldi. Bu yobaz Siyasal İslamcılar, her zaman vardı. Fakat malumunuz, son yıllarda iyice ortaya çıktılar ve hamam böcekleri gibi gizlice yaşayıp, çıt çıkarmayan bu yaratıklar, bir şeylerden bulduğu cesaretle(Ne olduğunu biliyorsunuz) toprağın üstüne çıkıp, sapkınca konuşmalar yapmaya başladılar.

Mesela bir tanesi çıkıyor ve diyor ki: "Bir erkek, baldızından etkilenebilir. Aynı zamanda bir erkeğin kaynanası, eğer genç ve alımlı ise, damadının evinde kalmamalı çünkü erkek, kaynanasından da etkilenebilir"

Şimdi bu açıklamalar, Freud'a göre, hasta bir insanın yapacağı açıklamalar. Çünkü bakın, elbette o yobazlarda dürtüleri ile yaşıyorlar ama kontrol altına alamıyorlar. Ya da almıyorlar. Bilinçlerinde bunu yaşayıp, sanki normalmiş gibi de dile getirip, haklı olduklarını iddia ediyorlar.

Tabi bunu okuyanlar düşünebilir ve diyebilir: "Ya ne bacısı, baldızı? Bunlar kendi analarının diz kapağından, kızlarının vücutlarından bile tahrik oluyorlar!" Biliyorum, sadede kademe kademe geliyorum.

Freud'un çok çarpıcı bir açıklaması daha var. Ensest duygularla ilgili. Şöyle der:

"Her insanın içinde, bir parça ensest duygu vardır. Fakat normal insanlarda bu ensest duygu, uyuyan bir ejderha gibidir. Ve bu ejderha asla uyanmaz. Sadece nadiren, çok kısa süre için horlar"

Ve elbette, bunu kontrol edemeyip, bu dürtüsüyle hareket eden insan hastadır ve ciddi bir tedavi altına alınması gerekir.

İşte bu Arap milliyetçisi yobaz Siyasal İslamcıların, nasıl ciddi bir kronik hasta olduklarını gösteriyor. Çünkü mevcut dünya görüşleri yüzünden, düşünme, yorumlama, sağduyu... hiçbir şey yoktur. Bu yüzden sapık demek aslında doğru değil. Ciddi anlamda kronik hastalar. Aslında dünya insanlığın büyük çoğunluğu, bir yaratıcıya inanır. Yani bir dini inanç, insanı bu hale getirir mi? Elbette getirmez ama dozajında olursa getirmez. Aşırısı, her anlamda, dürtülerimizi bilincimizde yaşamamıza sebep olan, hastalıklı varlıklar haline getirir. Neden mi? Çünkü Freud'un şöyle bir açıklaması da vardır:

"Din, sahip olduğu gücünü, bizim içgüdüsel isteklerimizi karşılamak olgusundan alan bir yanılsamadır"

Freud'un bakış açısından bakınca, yapboz parçaları yerine çok daha iyi oturuyor.

Freud'a göre temel dürtümüz cinselliktir ama bu cinselliğin temelinde yatan gerçekte, insanın mutlu olma arzusudur. Bu yüzden Freud için, insanın mutluluğu en yoğun olarak yaşadığı ve insan olarak en haz duyduğu şey cinsel tatminkarlıktır.

Bu Arap milliyetçisi yobaz Siyasal İslamcılar için, insanı bu hayatta mutlu edecek her türlü faktör yanlıştır. Onlar için bilim yanlıştır, sanat yanlıştır, siyaset yanlıştır, spor yanlıştır... Peki onları ne mutlu edecek? Mutlu olma arzusunu nasıl yaşayacaklar? Elbette cinsellikle. Çünkü mutlu olabilecekleri başka bir şey yok. Üstelik mutluluk, salt cinsellikte olunca, onlar için karşı cins bile yetersiz kalıyor. Mutlu olma amacıyla daha fazlasını istiyor ve annesini, kızını bile arzuluyor.

Aslında Freud, insanın en önemli arzusunun mutlu olmak olduğunu ve bunun temelindeki gerçeğinde cinsellik dürtüsünün olduğunu söyleyerek "Tek gerçek sekstir. Haydi hepimiz birbirimizle yatalım. Bizi tek mutlu eden şey budur. Wuhuuuu..!!!" demiyor elbette. Freud'a göre yaptığımız çoğu şeyde, cinsellik dürtümüzün eseri vardır. Sadece bu dürtü bilinçaltımızda olduğu için, bu gerçeğin farkında değiliz. Örnek verecek olursak:

Bir ressamın yapığı bir resimde, farkında olmadan bu dürtüsünü yansıttığı bir şey olabilir. Dediğim gibi, örnek olarak söylüyorum. Mesela bir aslan çizmiştir. Aslan bilirsiniz, yan gelir yatar, eşi yemeğini getirir ve cinsel ilişkiye en çok giren hayvanların başında gelir. Ya da mesela yaptığı resimde, kırmızı tonları fazla kullanmıştır ve o ressama göre kırmızı renk, belli sebeplerden, kendi bilinçaltında cinsel dürtüleriyle bağlantılı olabilir. Veya bir müzisyenin yaptığı bir beste. Örnek olarak Beethoven. Şu an birçokları için dünyanın gelmiş geçmiş en büyük müzisyeni olan Beethoven'ın eserleri, yaşadığı dönem, cinsel dürtüleri çağrıştırdığı gerekçesiyle eleştiriliyordu. Yani aslında Freud'un kastettiği şey bu. Ancak siz salt dinle yaşayıp, o günah, bu günah şu günah, şu da günah, günah, günah, günah... derseniz, sapkın bir bilince sahip olmaktan başka hiçbir şey kazanamazsınız.

Evet, sapıklık diye bir kavram yoktur. Hastalık diye bir kavram vardır. Bu Arap milliyetçiliğine dayalı yobaz Siyasal İslamcılarında çoğu hastadır ve tedavi edilmeleri gerekir.

Yazımı küçük bir Freud hikayesiyle bitirmek istiyorum.

"Freud bir dersinde, öğrencilerine "Bir insanın sigara içmesi normaldir. Fakat bir insanın çok sigara içmesindeki psikolojik etken, bilinçaltındaki penis düşüncesidir. Eğer bu sigarayı çok içen kişi bir erkekse, ya penisi büyüktür ve farkında olmadan, bilinçaltındaki düşüncesiyle, bu gerçeğin mesajını bu şekilde veriyordur ya da bir erkek olduğu halde penise arzu duyuyordur" Bunun üzerine, uyanık öğrencilerinden birisi "Efendim, sizde sürekli puro içiyorsunuz. Bunun sebebi nedir?" diye sorunca, Freud şu cevabı verir:

"Bazen bir puro, sadece bir purodur"

:)))

Sevgiler ve saygılarımla...








26 Aralık 2017 Salı

Joker aslında kimdir?

   Tüm zamanların gelmiş geçmiş kötü karakterlerinden biri. Hatta kimileri için en kötüsü. Batman'in ebedi düşmanı. Öyle ki, birçok kişi tarafından, çizgi romanları Batman için değil, kendisi için alından, dahi seviyesinde zekaya sahip kişi: "Joker"

   Evet, Joker'i hepimiz biliyoruz. Biliyor muyuz? Yoksa sadece bildiğimizi mi sanıyoruz? Sahiden Joker kim? Sonuçta anasının karnından Joker olarak doğmadı. Hayat onu Joker yaptı. Yaptı ama neden? Ve nasıl?

   Biz sadece bildiğimizi sanıyoruz. Çünkü DC Comics, Joker karakterini ilk olarak 1940 yılında ortaya çıkardı. Gerçi sahip olduğu bu büyük popülariteye 70'lerin ortalarında kavuştu ama DC Comics, sonuçta 70 küsür yıldır var olan Joker karakterinin geçmişiyle ilgili, bugüne kadar hiç detaylı bir şey yazmadı. Geçmişiyle ilgili tek yazılan, 80'lerde yayımlanan bir Batman serisinde, akıl hastanesinde uyanmasıdır. Bundan öteye hiçbir şey yok.

   Joker'i genel tanımıyla biliriz ve kötü karakter olarak hepimizin ilgisini çekse de, bu karakterin tam anlamıyla nirvana seviyesine ulaşması Heath Ledger'in canlandırmasından sonra olmuştur. Ve gerçekten, kardeşim o da nasıl bir performanstır?

Dipnot: "Uluslararası sinema endüstrisi tarafından tüm zamanların en iyi 3. performansı seçilmiştir"
1. Jack Nicholson(Guguk Kuşu - One Flew Over The Cuckoo's Nest)
2. Marlon Brando(Baba - Godfather)

   Benim de zaten geçmişiyle ilgili değerlendirme yapacağım Joker karakteri, Heath Ledger'in canlandırdığıdır.


   Filmi üç kez izlemiş birisiyim. İlk sinemada Berk diye bir arkadaşımla izlemiştim ve bana kızmıştı. Çünkü türkçe dublajdı. Haklıydı:) Kendisi bu tür filmleri sevmemesine rağmen, yaz sıcağıydı ve gitmemiz için onu ikna etmiştim. O da Ledger'in performansına hayran kalmıştı. Nasıl kalınmaz ki? İkinci izlediğimde, yine bir arkadaşımla evde izlemiştik. Fakat geçenlerde üçüncü kez izlediğimde, birden geçmişini merak eder oldum. Çünkü Ledger'da filmde, Joker'in yüzündeki yara izlerine istinaden, bunların nasıl olduğuna dair hep hikayeler anlatıyordu. 

Bu hikayeler:

"Üvey babam alkolikti ve annemi hep döverdi. Yine bir gece çok içmişti ve annemi çok kötü dövüyordu. Fakat bu sefer hızını alamadı ve annemi öldürdü. Bunun üzerine benim ağladığımı görünce, beni yanına çekti ve dedi ki "Neden ağlıyorsun? Neden gülmüyorsun? Bence biraz gülmelisin" ve ağzıma bu yara izlerini yaptı"

bir diğeri...

"Bir zamanlar bir karım vardı. Çok güzeldi. Benim çok endişelendiğimi, daha fazla gülmem gerektiğini söylerdi. Kumar oynadı. Tefecilere çok borçlandı ve tefeciler, borcunu ödeyemediği için, karımın yüzünü kestiler. Ameliyat için paramız yoktu ve bu duruma dayanamıyordu. Onu tekrar gülerken görmek istiyordum. Yaralarını umursamadığımı bilmesini istiyordum. Bende ağzıma jilet soktum ve kendime bunu yaptım. Peki sonra ne oldu biliyor musun? Benim bu görüntüme dayanamadı ve beni terk etti"

   Fakat gördüğünüz gibi hepsi birbirinden farklı ve elbette hepsi birbirinden travmatik. Peki hangisi doğruydu? Ya da belki hepsi yalandı. Öyleyse bu Joker aslında kimdi?

  Daha uzatmadan söylemek isterim. Kesin olmamakta birlikte, Heath Ledger'ın Jokeri büyük ihtimal bir askerdi. Türk Ordusu'na göre söyleyecek olursak, bizdeki Özel Kuvvetler Komutanlığı(Halk tabiri ile Bordo Bereliler) veya SAT, SAS komandosu türünden özel bir asker.

   Bu kanı nereden geliyor? 

   Filmi izleyenler bilir. Joker bir çok sahnede, sadece orduların kullandığı çok sayıda ağır mühimmatlar kullanıyor ve bunları çok ustalıkla kullanıyor. Öyle ki bir sahnede, caddede en az 150 ile giden bir aracın kapısından sarkarak, korkusuzca ve tam isabetle ağır silah kullanmayı başarıyor. 



   Ben 28 yaşındayım ve bizim nesil Counter Strike'larla, GTA Vice City'lerle, Wolfenstein'lerle büyümüş bir nesil. Kısacası bu tür silahların kullanımı, doğal olarak bize çok ilginç gelmiyor ama aslında sanılandan çok daha ilginç. Evet biz bu tür oyunlarda bazukayı hababam sallıyoruz, keleşi(Kalashnikov) nefes alıp vermek kadar normalmiş gibi ustalıkla kullanıyoruz ama gerçek hayat böyle değil. Joker'in de filmde kullandığı bu tür silahları kuilanmak, çok ciddi bir askeri eğitim gerektiriyor. Bu eğitimi almamış insanlar için, bu silahları kullanmak imkansız. Mümkünatı yok. En basiti, elinize klasik bir altıpatlar alın. Daha tutarken bile, bir tuhaflık hissedersiniz ve tam olarak ne yapacağınızı bilemezsiniz. Kemal Sunal'ın filmini hatırlayın. Gez, göz, arpacık olayını :) Evet gülüyoruz ve komik bir sahne ama aslında aynı zamanda çok doğu ve mantıklı. Kemal Sunal'ın o filmde kullanmayı öğrenmeye çalıştığı silah bile, belli bir eğitim verilmezse, insanlar için kullanması hiç kolay değil. Filmde güldüğümüz gez, göz, arpacık olayını gerçekten de bilmek gerekiyor. Üstelik tekrar söylüyorum, Joker'in film boyunca kullandığı silahların çoğu ağır mühimmat. Öyle Google'dan, Yandex'ten bakarak, nasıl kullanıldığını öğrenmek imkansız. Hem kullanmayı öğreneceksiniz, hemde kullanma konusunda pratik kazanacaksınız. Bu da sadece özel bir askeri eğitimle mümkün. Aksi halde kullanabilmeye imkan yok.

  Mesela fotoğrafını gördüğünüz bu sahne:


   Joker burada bir tüfekle, bir suikast düzenliyor. Bakın bu tüfekle, bir atışta tam isabet. Arkadaşlar, bende dahil, bu tüfekle bir ateş edelim, değil isabet ettirmek, ateş ettikten sonra hooop hızla geriye düşeriz. Ama Joker, her gün düzenli yaptığı bir şeymiş gibi, çok soğuk kanlılıkta, tam isabet ateş etmeyi başarıyor.

   Asıl eğitimi alınmadığı takdirde, yapması imkansız şeylerden en önemlisi:


   Joker bu sahnede, bir hastaneyi, kendi yaptığı bir bomba düzeneği ile havaya uçuruyor. Filmde aynı şekilde başka patlama sahneleri de var. Bakın bomba düzeneğini kuruyor ve koca binaları mükemmel bir şekilde havaya uçuruyor. 

   Joker aynı zamanda birebir dövüşlerde de çok iyi. Bunu da birçok sahnede görebiliyoruz. Haydi buna gücü yetiyor diyelim. Fakat birebir dövüşte, Batman'e karşı bile çok ustalıkla dövüşebiliyor. Bu da, yolda araba yüzünden karşı şoförle kavga etmeye benzeyen bir durum değil elbet :)

   Ağır silahları ustalıkla ve soğukkanlılıkla kullanmak, bomba düzenekleri, yakın dövüş bilgisi... Tek açıklaması, özel eğitimli bir asker olması.

   Şimdi biraz da söylediklerine bakalım. Joker bir yerde şöyle bir açıklama da bulunur:

"Yarın bir gazeteyi arayıp, bir mafya babası vurulacak ya da bir kamyon dolusu asker havaya uçacak desem ve bu dediklerim gerçekleşse, kimse paniğe kapılmaz. Çünkü her şey, önceden olacağını söylediğim plana göre gerçekleşmiştir"

   Bakın "Bir kamyon dolusu asker" diyor ve bunu mafya babasıyla kıyaslıyor. Bir kamyon dolusu asker diyerek, eski silah arkadaşlarını dolaylı yoldan anıyor olabilir ve bu düzenin gözünde, vatanı koruyan askerlerin, mafya babasından, ondan, bundan hiç farkı yok gibisinden bir eleştiride de bulunmuş olma ihtimali var. Şimdi diyebilirsiniz "Joker öylesine söylemiş de olabilir" Ben pek ihtimal vermiyorum. Çünkü filmin gidişatında, bir askere gönderme yapılacak bir sahne yok. İlla kamu düzenini koruyan bir kavramı dile getirecekse, filmde sürekli öldürdüğü polisleri, belediye başkanlarını ya da yargı kadrosunu dile getirebilirdi. Onları zaten öldürüyor. Ama "Bir kamyon dolusu asker" tanımını kullanıyor.

   Üstelik dahi seviyesinde bir kişi olmasına rağmen, ciddi anlamda psikolojik sorunları olduğu kesin. Bunun da savaş sonra büyük bir travmadan kaynaklanma ihtimali yüksek. Aynı zamanda filmde de dikkat ederseniz, az önce de söylediğim gibi, sürekli devleti temsil eden insanları öldürüyor. Belediye başkanları, yargıçlar, polisler... Amacı, eski bir asker olarak, devletten intikam almak olabilir. Bizi boş, gereksiz savaşlarınız için savaştırdınız. Hayatlarımızı mahvettiniz ve sizin gözünüzde, bizim hiçbir değerimiz yok. Savaşlarda asıl kazananlar, küresel baronlardır. Paralarına para katarlar. Bakın Joker bir sahnede ne yapıyor:


   Milyonlarca dolar parayı yakıyor. Dünyada mevcut düzenin temeli paradır. Ve o da mevcut düzenin en önemli unsurunu, cayır cayır yakıyor. Bu mevcut düzenden bu şekilde intikamını alıyor. Zaten Joker gibi özel asker olan insanlar(Elbette Joker'in asker olması kesin demiyorum. Güçlü bir teori) bu işi para için yapmazlar. Bu tür bir meslek zaten para için yapılacak bir şey değil. Joker gibi birinin, parayı önemsemesini hiç bekleyemeyiz.

   Son olarak, sebebini sürekli farklı hikayelerle anlattığı, ağzındaki yara izleri. Bunun da bir asker olarak, bir çatışmada olmuş olma ihtimali yüksek. Olası bir patlamada, şarapnel parçaları yüzünden vs. olmuş olabileceğini düşünebiliriz.

   Okuduklarınızın hepsi güçlü birer teori. Ancak Heath Ledger'ın Joker'inin kesin bir geçmişi var. Bunu da filmin yönetmeni Christopher Nolan söyledi. Yaptığı açıklama şöyle:

"Bir oyuncunun, bir rolü mükemmel bir şekilde oynayabilmesi için, oynadığı karakterin her özelliğini çok iyi bilmesi gerekiyor. Bu da doğumundan itibaren var olan süreyi kapsar. Bu yüzden Joker'in tam olarak nasıl bir hayatı olmuş olabileceğini ben ve Heath konuşmuştuk. İkimizin de kafasına yatan bir geçmişte karar kılmıştık. Heath'te buna göre oynadı ve mükemmel oynadı. Bu geçmişi sadece ben ve Heath biliyoruz. Başka kimseyle konuşmamıştık. Şimdi sadece bilen benim. Ve gizli kalması bence doğru olan"

Sevgiler ve saygılarla...

















1 Temmuz 2017 Cumartesi

Bir aktörden fazlası: JACK NICHOLSON

Tim Burton'ın Batman'inde ve Wolf filminde kendisini izlediğimde, aslında onu bilmiyordum bile. Çocuktum ve uyku saatini geçirdiğim sırada bu iki filmini izlemiştim. Sanırım biri meşhur Parliament gecesi sinemasındandı. Şimdi ise "Bu adama ne oldu?" diyorum. Son filminin üzerinden tam yedi yıl geçti ve ortalarda yok. Öğrendim ki, bu dahiyane yetenek alzheimer olmuş. Film çevirmiyormuş çünkü diyalogları artık ezberleyemiyormuş. Bende bu sefer, onunla ilgili bir şeyler yazayım dedim.

Bu hayatta bazı sanatçılar vardır ve onlarla aynı dönemde yaşamak bir şanstır. Elbette Jack Nicholson, ben daha portakalda vitaminken, oyunculuk kariyerinin zirvesine ulaşmıştı. Fakat benim jenerasyonumda onu yakaladı. Jack Nicholson'ın kariyeri boyunca çok az röportajı vardır. Çünkü kendisi röportajlardan, talk showlardan, hatta bir filmin basın toplantısından bile nefret edermiş. Fakat yaptığı bazı röportajları okuma fırsatı buldum. Bunlardan birinde oyunculuğu şöyle tanımlıyor:

"Olağandışı, nevrotik karakterleri oynamayı seviyorum. Çünkü normal bir insanın korku, sevinç, mutsuzluk, endişeli ruh hallerini canlandırmak çok kolaydır. Özel bir oyunculuk becerisi gerektirmez."

Jack Nicholson 22 Nisan 1937'de, New Jersey'de dünyaya gelir. Babasının kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemez. Annesi June Frances Nicholson bir dansçıdır. Kendisi Jack'i, henüz 17 yaşındayken dünyaya getirmiştir. Ama Jack Nicholson'ı büyükannesi Ethel May ve dedesi John Joseph büyütmüştür. Fakat burada ilginç bir durum var. Büyükannesi ve dedesini, gerçek anne ve babası, annesini ise kız kardeşi zannetmiştir. Ve ilginçlik burada bitmiyor. Daha da ilginç olanı, Jack Nicholson gerçeği, tam 37 yaşındayken öğrenmiştir. Bu sırrı ise, Time dergisi muhabiri, onunla ilgili araştırma yaparken keşfetmiştir. Time dergisi ise, bu gerçeği, Jack Nicholson'ın isteğinden dolayı, 1980 yılına kadar yayınlamamıştır. 


Jack liseyi bitirdikten sonra, Los Angeles'a taşınır ve o sıralarda ablası sandığı June Nicholson ile beraber yaşamaya başlar. Kendisi Hollywood'un yer aldığı şehirdedir ancak oyunculuk düşüncesiyle buraya yerleşmemiştir. En azından bir süre için, ekonomik olarak birbirlerine destek olmaları amacıyla, ablası sandığı annesiyle beraber yaşamaya karar vermiştir. Bu amaçla para kazanmak için, bir oyuncakçı dükkanında part-time çalışmaya başlar. Bir süre sonra, gün içinde geri kalan zamanını da para kazanmak için değerlendirmek isteyen Jack, MGM stüdyolarının animasyon depratmanında işe girer. İşte deha aktör Jack'in hayatındaki baht dönüşü bu olur. Jack burada Tom ve Jerry'nin yapımcıları William Hanna ve Joseph Barbara ile çalışma fırsatı yakalar. Bu iki isim, Jack'in sahip olduğu mimik yeteneklerinden, enerjisinden ve duruşundan etkilenirler. O zamana kadar oyunculuğu hiç düşünmeyen Jack ise, Hollywood'daki yıldızların saygın yaşantılarından ve kazandıkları büyük paralardan etkilenerek, oyunculuğu denemeye karar verir. 

1958 yılında, 21 yaşındayken, ilk filmini çevirmiştir. Film Jus Addiss'in yönettiği "Cry Baby Killer"dır. 


Bu film, B yapımı bir filmdir.

Dipnot: B yapımı film, Hollywood'da, 1940-1960 yılları arasında, çift gösterim sırasında, asıl filmden önce gösterilen, düşük bütçeli, reklamı yapılmayan, küçük çapta, mütevazi, süresi 30 dakika ile 1 saat arasında değişen filmlerdir.

Jack ilk performansında, yapımcıların beğenisi kazanmıştır ancak 1. sınıf filmlerde oynaması için, hala yeterli tecrübeye sahip değildir. Arkasından setlerde günlük kazancı olan "Too Soon To Love" , "The Wild Ride" , "The Little Shop of Horrors" , "Studs Lonigan" gibi diğer B yapımı flimler çevirmiştir. Sonrasında, Hollywood'da büyük Western furyasının estiği yıllarda, yine B yapımı olan, hatta bazılarının senaryolarını kendi yazdığı, Western filmlerinde de oynamıştır.

Oyunculuk kariyerine başladığı 1958 yılından, 1968 yılına kadar B yapımı filmlerde yer alan Jack'in, artık dünya sinemasına adını yazdıracağı süreç, 1969 yılında Dennis Hopper'ın, kendisine, yer almasını teklif ettiği film ile başlayacaktır.

Dennis Hopper, kendi yöneteceği, senaryosunu Peter Fonda ile yazdığı ve yine baş rollerini Peter Fonda ile paylaşacağı, 1. sınıf bir Hollywood filmi olan "Easy Rider"da, Jack'e 'George Hanson' rolünü teklif eder. Beklediği fırsatı sonunda yakalayan Jack, tabi ki hiç düşünmeden bu teklifi kabul eder.


Jack'in bu filmde canlandırdığı 'George Hanson' alkolik bir avukattır.


Jack, bu filmdeki rolüyle, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar adayı olur. Bu adaylığı ile o altın heykelciği kazanamasa da(Sonradan üç kere kazanmayı başaracaktır) artık Jack tüm geniş kitleler tarafından tanınmaktadır.

Jack Nicholson, popüler olduktan sonra, Hollywood'a farklı bir oyuncu profili getirmiştir. Bu bahsettiğim, oyunculuk olarak değil. Özel yaşamıyla yeni bir Hollywood akımı başlatmıştır. Elbette dünyanın her yerinde olduğu gibi, Hollywood ünlüleri de, o dönem, toplum adına pek hoş karşılanmayan zıpırlıklar yapmaktadır. Fakat Hollywood'da bu durumu olağan hale getiren kişi Jack Nicholson olmuştur. Örneğin "Kadınlarla yatıyorum, çünkü kadınlarla yatmayı seviyorum" demiştir. Şimdi diyebilirsiniz ki "Eee? Bu açıklamada ne var?" Bir şey yok ama günümüz şartlarına göre bir şey yok. Jack'in bunu söylediği dönemde, belki inandırıcı gelmeyebilir ama bu tür açıklamalar ABD'de bile hoş karşılanmıyordu. Fakat bu Jack'in umurunda değildi. O, nadiren verdiği röportajlardan birinde, kendisine sorulan "Sabah kalktığınızda, ilk olarak ne yaparsınız?" sorusuna "Yüzümü yıkar, evime giderim" cevabını veren bir adamdır. Hatta yıllar sonra "Bugüne kadar 2000 kadınla birlikte oldum. Biri hariç, hiçbiri evlilik teklifimi ciddiye almadı" demiştir. Neden alsınlar ki? Jack için güzel kadınlarla yatmak, nefes alıp vermek kadar doğal ve zaruri bir ihtiyaçtı. Bunu da biraz ego tatmini olsa gerek, milletin gözüne soka soka yapardı. Onun karakteri buydu.

Jack emin adımlarla yeteneğine takdir ve ününe ün katmaya devam ediyordu. Sırasıyla "The Rebel Rousers" ve Barbara Streisand'ın başrolünü oynadığı "On A Clear Day You Can See Forever"(Türkiye'de "Tatlım" ismiyle yayınlanmıştır :D) filmlerini çevirmiştir. Fakat Jack hala, başrolünde kendisinin yer aldığı bir film çevirmemiştir. Sonunda 1970 yılında bu gerçekleşir. Üstelik bu film teklifini kabul ettiği için, sonradan kendisine gelen "The Godfather" filmindeki "Michael Carleone" rolünü kabul edememiştir. Bu film ise "Five Easy Pieces"(Beş Kolay Parça) filmidir.


Bu film, Amerikan bağımsız sinemasının ilk örneklerinden biri kabul edilir. Filmde Robert(Jack Nicholson) ölmek üzere olan babasını ziyaret amacıyla eve geri döner ve unutmaya çalıştığı geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalır. Jack'in performansı büyüleyicidir ve bu sefer En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar adayı olur. Yine kazanamaz ama filmdeki performansı için mükemmel eleştiriler almıştır. Yine de şahsen ben hep merak etmişimdir. Acaba Jack "Ulan keşke şu Michael Carleone rolü daha erken gelseydi beea?" demiş midir acaba? Her ne kadar Al Pacino, Michael Carleone rolüyle olağanüstü bir performans sergilemiş olsa bile, Jack'e de oldukça farklı bir şekilde yakışabilirdi değil mi? Üstelik aynı karede Jack ve Brando. Wooaaauw! :)

Jack artık 1. sınıf filmlerin başrol oyuncusuydu. Sonradan sırasıyla, en yakın arkadaşının sevgilisine aşık olan bir karakteri canlandırdığı "Carnal Knowledge", Orson Welles ile başrollerini paylaştığı "A Safe Place", Bob Rafelson imzalı "The King of Marvin Gardens" ve fırlama bir denizciyi canlandırdığı "The Last Detail" geldi.

Jack bu dönemleri için şöyle bir açıklama yapmıştır: "Çok hızlı bir hayat yaşıyordum. Eğlenceli ve yaramazca. Disiplinsiz biri değildim ama çok enerjiktim. Çekim biter, gece kulüplerinde eğlenir, oradan Marlon'un evine gider, eğlenmeye onunla devam ederdim. Zaten hep Marlon'da kalırdım. Belki de o evde Marlon'dan bile daha çok kaldım"

1974 yılına gelindiğinde, Jack kariyerinin en önemli filmlerinden birine imza atacaktır. Bu film, Roman Polanski imzalı "Chinatown"(Çin Mahallesi)dur.



(Yazının bu kısmı spoilerdır)
Jack bu filmde "J . J. Jack Gittes" adında bir dedektifi canlandırmıştır. Filmde kocası tarafından aldatıldığını düşünen Eveleyn tarafından tutulur ve kendisinden bu ihaneti ispatlaması istenir. Bunu ispatlar fakat daha sonra bu ihaneti gerçekleştiren Mulwray'in öldürüldüğünü öğrenir. Sonrasında kendisini kiralayan Eveleyn'in, gerçek Eveleyn olmadığını fark eder. Olayın üzerine gittikçe, işin aslının, yakınında su olmadığı için ucuz olan arazilerin satışı ve sonrasında o arazileri suyla buluşturup, milyonlarca dolar kazanılmasının hedeflendiğini öğrenir.

(Spoiler bitti :D)

Bu film, çekildiği dönem çok büyük bir başarı elde etmiştir. Hatta 11 tane Oscar adaylığı almıştır fakat bu adaylıklardan sadece bir tanesini(En İyi Senaryo) kazanmıştır. Tahmin ettiğiniz gibi, bizim Jack'te En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar adayı olmuştur. Ancak Altın Küre ödüllerinde, Jack En İyi Erkek Oyuncu ödülünü, Polanski En İyi Yönetmeni, Drama dalında En İyi Film'i ve Oscar'da olduğu gibi En İyi Senaryo'yu kazanmıştır. Film aynı zamanda, ABD Kongre Kütüphanesi tarafından "Kültürel, Estetik ve Tarihi Önem" taşıdığı gerekçesiyle koruma altına alınmıştır.

Fakat Jack bu filmden sonra yaptığı üç filmle, aniden bir düşüşe geçmiştir. Bu sert bir düşüş değildir. Bir dipte değildir ama kendisinden beklenenden çok uzak filmlere imza atmıştır. Üstelik bu filmlerin hepsini 1975 yılında çekmiştir. İlki "The Passenger"dır. Bir İtalyan yapımı filmdir. Filmde Jack'in performansı beğenilmiştir ancak film beklenen başarıyı yakalayamamıştır. İkinci, aslında konuk oyuncu olarak, küçük bir rolde yer aldığı "Tommy"dir. Bu yüzden bunu göz ardı edebiliriz. Üçüncü ise "The Fortune"dır. Warren Beatty ile başrolünü paylaştığı film, pek olumlu eleştiriler almamıştır.

Ta kiiiii...

1975 yılı henüz bitmemiştir. Jack için maç devam etmektedir. Ve belki kıyamete kadar hiç unutulmayacak bir filme ve oyunculuk performansına imza atacaktır. Müziği verin! Tatatataaaam...

"One Flew Over The Cuckoo's Nest"


Filmin aslında Türkçe ismi "Kafesten Bir Guguk Kuşu Uçtu"dur. Fakat Türkiye'de "Guguk Kuşu" adıyla gösterime girmiştir. Film Ken Kesey'in romanından sinemaya uyarlanmıştır. Dünyanın bir çok yerinde tiyatro oyunu olarak da sergilenmiştir. Ankara Devlet Tiyatrosu ve Kocaeli Şehir Tiyatroları bu oyunu oynamıştır. Ankara temsilinde Jack'in bu filmde canlandırdığı "McMurphy" karakterini Bozkurt Kuruç oynamıştır. Hatta dipnot olarak, bu temsillerden birinde kalp krizi geçirmiştir.

Bu filmin yapımcısı Michael Douglas'tır. Ve bu filmin yapımcısı olmaya karar verdiği günden beri, baş rolde Marlon Brando'nun oynamasını istemektedir. Fakat babası Kirk Douglas senaryoyu çok beğenmiştir ve oğlundan, bu rolü oynamayı ister. Ancak Michael kesinlikle baba torpili yapmaz. İsteği Brando olmasına rağmen, doğal olarak görüşme sürecinde neler yaşandığı bilinmez ve rolü Jack'e vereceğini söyler. Michael Douglas "Bu rolü babama vermediğim için, benimle yıllarca konuşmadı. Yine de tercihimin ne kadar doğru olduğu ortada" demiştir.

Jack bu filmde, hapishanede yatan ve sürekli sorunlar çıkardığı için, akıl sağlığının yerinde olmadığı düşünülen ve bu yüzden tedavi görmesi için akıl hastanesine yatırılan "McMurphy" karakterini canlandırmıştır. McMurphy tabi ki toplumun değer normlarına göre normal davranışlar sergilemez fakat akıl sağlığı bozuk bir insanda değildir. Kendisi gibi hastanede tedavi gören koğuş arkadaşları, ciddi sayılacak psikotik ve nevrotik bozukluklara sahiptir. Fakat McMurphy'nin oraya gelmesiyle, birden hepsi kendi benliğini bulmaya başlamış, oradaki doktorların ve ilaçların yapamadığını yapıp, bir nevi onları iyileştirme sürecine sokmuştur. Elbette McMurphy'nin, koğuştaki diğer arkadaşlarına iyi gelen tavır ve davranışları, doktorlar ve özellikle "Başhemşire Ratched" tarafından hoş karşılanmaz. Çünkü onlar, McMurphy yüzünden otoritelerini kaybetmeye başlayacaklarını ve işe yaramadıklarının görüleceğinden korkmuşlardır. Bu yüzden filmin sonunda McMurphy'ye lobotomi uygulanır. Onu böyle görmeye dayanamayan "Şef" lakabını taktığı kızılderili arkadaşı tarafından öldürülür. Film mükemmel bir sosyolojik eleştiri yapmaktadır. Hangi dönem olursa olsun, tepedekileri sorgulayamazsınız. Sizin yaptıklarınız kendiniz ve insanlar için doğru olduğu halde, otoriyeyi tehdit ettğinizde sizi durdururlar. Biraz başarılı olduğunuz andan itibaren, McMurphy gibi yok edilirsiniz. Tarihte bu şartlarda olmasına rağmen başarılı olmuş insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bunlardan biri de "Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK"tür.

Filmde Jack Nicholson'ın performansı, bir oyunculuk performansından fazlasıdır. Yazımın başlığı olan "Bir akötürden fazlası" sözünü, şahsen benim adıma, en çok bu filmdeki performansıyla hak etmiştir. Ve sonunda En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülünü kazanmıştır. Sadece Jack değil, Başhemşire Ratched rolüyle Louise Fletcher En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü, Milos Forman En İyi Yönetmeni, En İyi Film'i ve En İyi Uyarlama Senaryo ödüllerini de kazanmayı başarmıştır.


Filmdeki dipnotlara değinelim:

- Jack Nicholson, çekimler başlamadan bir ay önce, filminde çekildiği akıl hastanesinde, kendi isteğiyle bir ay boyunca bir hasta gibi kalmıştır.
- Filmdeki doktorların tamamı, gerçek hayatta o akıl hastanesinde çalışan gerçek doktorlardır.
- Filmdeki yatla gezme sahnesi, filmin çekimleri tamamlandıktan sonra çekilmiştir. Normalde senaryoda yer almayan bu sahnenin, sonradan eklenmesine karar verilmiştir.
- Filmdeki "Şef" karakteri, profesyonel bir oyuncu değildir. Yolda kendisine tesadüfen rastlanmış ve tip olarak uygun olduğu için, bu rol kendisine teklif edilmiştir. Hatta kendisinin at çalmaktan sabıkası varmış.
- Film aynı zamanda, dünyada en çok gösterimde kalan film unvanını elinde bulunduruyor.(12 sene boyunca İsveç'te)
- Bu film de, ABD Kongre Kütüphanesi tarafından "Kültürel, Estetik ve Tarihi Önem" taşıdığı gerekçesiyle koruma altına alınmıştır.

Jack Nicholson bu film için "Senaryo bana ilk geldiğinde 'Jack tamamdır, bu sefer Oscar senin' demiştim. O zamana kadar, en sabırsızlandığım projeydi. Hatta şimdi düşünüyorum da, sonrasında bile bu kadar sabırsızlandığım bir proje hatırlamıyorum" demiştir.

Jack bu filmle, o dönem için Hollywood'ta rekor sayılacak bir ücret almıştır. Tam 1.000.000 $. O dönem için, bu çok büyük bir rakamdı. Milyonlu rakamlar alan oyuncu sayısı çok azdı ve Jack'te artık onlardan biri olmuştu.

Jack artık nirvanada görülen oyunculardan biriydi. Bu şaheser filmden sonra, kankası ve bir çokları için(ki benim içinde öyle) dünya tarihinin gelmiş geçmiş en iyi aktörü olan Marlon Brando ile kamera karşısına geçmiştir. İki büyük defa, bir western filmi olan "The Missouri Breaks"(Bozgun)te, başrolü paylaşmışlardır.


Bakınca, evet iki büyük isim, fakat film büyük bir başarı yakalayamadı. Hatta beklentinin çok altında kaldı. Gerçi bazı detayları da düşünmeliyiz. O dönem, ABD medyası, Brando aleyhine çok fazla propaganda yapıyordu. Bu da sebep olmuş olabilir. Yine de Brando ve Nicholson'dan bahsediyoruz. İzlemeye değer dememe bile gerek yok sanırım :)

Jack sonrasında, senaryosunu F. Scott Fitzgerald'in yazdığı, Elia Kazan'ın yönettiği ve başrolünde Robert De Niro'nun yer aldığı "The Last Tycoon"(Son Patron) filminde ufak bir rolde yer almıştır. Arkasından, kendisinin yönettiği, bir western komedisi "Goin' South"(Güneye Yolculuk) filmini çevirmiştir.

Her yıl 2-3 film çeviren Nicholson, 1980 yılında sadece bir tane film çevirmiştir. Fakat zaten, halk tabiriyle "Adam olana yeter" dedirtecek bir filmdir. Senaryosunu Stephen King'in yazdığı ve Stanley Kubrick'in yönettiği, o efsanevi film "The Shining"(Cinnet)tir.


Bu bir korku-gerilim filmidir. Bu filmde Jack(filmdeki adı da Jack'tir :D) eşi ve erkek çocuğu ile beraber, sezonun kapalı olduğu bir dönem, bir otele yerleşirler. Jack bir yazardır ve burada romanını bitirmek ister. Fakat işler bu kadar normal gitmeyecektir. Jack, akıl sağlığını yavaş yavaş kaybetmeye başlar. Sonunda cinnet geçirir ve karısı ile çocuğunu öldürmeye karar verir.

Jack ve Kubrick

Bu filmle ilgili Kubrick, şöyle bir açıklama yapmıştır: "Filmde, Jack'in baltayla Shelley'i(filmde karısını canlandıran Shelley Duvall, kendisi Robert Duvall'in kızıdır) öldüreceği sahneyi, 300 kere tekrarlatmıştım. Jack her defasında çok iyiydi ama biliyorum daha da iyisi olabilirdi. Jack, bu kadar çok tekrarım için, bir kere bile itiraz etmedi"

Jack bu filmde, dönemin şartları sebebiyle, fazla efekt kullanılmadan, bir insan olarak, o dönem insanları gerçekten korkutmayı başarmıştır. İşte bu oyunculuktur. İşte bunu yapmak çok zordur. Bunu sadece Jack gibiler yapar. Jack'in şöyle bir oyunculuk tanımı vardır: "Bir film setindeki yıldız aktör, saatli bomba gibidir. Yaklaşırken çok dikkat etmelisiniz. İyiliğiniz için, infilak etmemeli" Sanırım bu sözü, bu filmden sonra söylemiştir :)

1981 yılında Jack, sinema tarihinin unutulmaz filmlerinden biri olan "The Postman Always Rings Twice"(Postacı Kapıyı İki Kere Çalar) filminin yeni versiyonu için kamera karşısına geçti. 



Bu film, dönemin ABD'sinde, büyük buhranın, ABD toplumunu, hem sosyolojik, hemde psikolojik olarak ne kadar olumsuz etkilediğini mükemmel bir şekilde anlatmıştır. Frank(Jack) bu filmde, büyük buhranın çok etkilediği, ne idüğü belirsiz bir serseridir. Filmin başında bir pansiyona yerleşir ve pansiyonun sahibinin çekici karısı Cora(Jessica Lange)dan çok etkilenir. Sürekli ona kur yapan Frank, sonunda onu elde etmek için girişimde bulunur. Cora evli olduğu için, bunun doğru olmadığı düşünür ve istemez. Fakat daha sonra, kendisi de Frank'e karşı koyamaz ve yasak bir ilişkiye başlarlar. 

Jack bu filmde, dünya sinemasının en unutulmaz sevişme sahnelerinden birine imza atmıştır. Özel yaşamında kadın düşkünü olan bizim Jack, kadınlarla, tutkulu bir biçimde nasıl olduğunu, bu filmle, bütün dünyaya göstermiştir :)

Arkasından Jack, Reds filminde Eugene O'Neill'i canlandırdığı, küçük bir rolde yer almıştır. Sonrasında Harvey Keitel'in de yer aldığı "The Border" filmini çevirmiştir.

Jack bir oyuncu olarak, harika performanslara imza atıyordu. Fakat Oscar'ı aldığından bu yana sekiz yıl geçmişti ve böyle bir aktör, bir tane ile yetinemezdi. Eşyanın tabiatına aykırıydı :) Ve Jack o yıl "Terms of Endearment"(Sevgi Sözcükleri) filminde yer aldı.


Bu film, romantik komedi tadında başlayan, fakat sonunda izleyici hüngür hüngür ağlatan(şahsen ben salya sümük ağladım) bir filmdir. Filmde Aurora(Deborah Winger) kocasından boşanmış, hayattaki tek varlığı kızı Emma(Shirley MacLaine) olan, çok disiplinli, asosyal, despot bir insandır. Hayatında sevdiği tek şey kızıdır. Fakat kızı, istemediği bir evilik yapmaktadır. Bu arada yaşına göre kendisi gerçekten hoş bir kadındır ve yaşıtı erkekler sürekli kendisiyle birlikte olmak ister. Elbette buna kesinlikle yanaşmaz. Bizim Garrett(yani Jack :D) ise oldukça iyi kazanan, hafif alkolik ve çok çapkın bir astronottur ve Aurora'nın komşusudur. Ve Garrett, tahmin ettiğiniz gibi, zorda olsa, onu etkilemeyi başarır :) Fakat bizim Jack'in tek amacı sekstir. Halbuki Aurora duygusal bir ilişki istemektedir. Filmin devamından bahsetmeyeceğim. Çünkü öyle bir gidişatı var ki, izleyin derim. Dediğim gibi, film zaten öyle bir bitiyor ki, karnı acıkmış bebek gibi ağladım. Yine de şunu söylemek istiyorum. Garrett ve Aurora'nın sevişmeye başladıkları sırada, Garrett nezaketten oksun davranır ve Aurora "Kendine gel, Ben senin sürekli birlikte olduğun genç kızlardan değilim. Eğer unuttuysan, tekrar haırlamalısın. Ben bir büyükanneyim" dedikten sonra, bizim çakır keyif olmuş Jack'in, olaya bakışını belirten öyle bir yüz hali ve tavrı var ki, zaten sırf bunun için kendisine Oscar verilir ve verildi de :) Jack bu filmdeki performansıyla "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" Oscar Ödülü'nü kazandı. Aynı zamanda Deborah Winger'da "Aurora" rolüyle "En İyi Kadın Oyuncu" Oscar Ödülü'nün sahibi oldu.

İkinci kez Oscar Ödülü kazandıkan sonra, Jack oyunculuğa bir yıl ara verdi. Bir yıl sonrasında, ne yazık ki hem filmin, hemde kendisinin çok eleştirildiği "Prizzi's Honour"(Prizzi'lerin Onuru) filmine imza attı. Aksiyon-komedi dalında bir mafya filmi olan bu yapım, ne yazık ki hiç beğenilmedi. Film ve Jack'in performansı yerden yere vuruldu. Anlaşılan bizim Jack'e, bir yıllık tatil yaramamıştı.

Arkasından, başrollerini Merly Streep ile paylaştığı "Heartburn" filmini çevirdi. Bu romantik komedi tadında bir filmdi. Film ve bu iki büyük oyuncunun performansları beğenilse de, Jack "Daha iyisini yapabilirdi" eleştirilerinden kurtulamadı.

Jack için işler iyi gitmiyordu. Sanki aldığı ikinci Oscar, kendisine uğursuz gelmişti. Durumu biraz daha kurtarmak için, baş rolünü üç büyük kadın oyuncuyla ile paylaştığı(Michelle Pfeiffer, Cher, Susan Sarandon) "The Witches of Eastwick" filmini çevirdi. Jack bu filmde, Darly Van Horne adında, aslında şeytan olan bir karakteri canlandırdı. Korku-komedi türünde olan bu film, eleştirmenler tarafından hiç beğenilmedi. Bizim Jack'in performansı da, yerden yere vuruldu. Jack, durumu bir türlü toparlayamamıştı. Neden bilinmez, sürekli kendini tekrar eden bir hale gelmişti. Sonrasında biraz uzak durmak mı istedi bilinmez, çünkü "Broadcast News"(Haberler) filminde çok küçük bir rolde yer aldı.

Jack'in kötü gidişi devam ederken, Merly Streep ile tekrar kamera karşısına geçti. Bu sefer "Ironweed"(Sonsuz Matem) filmi için.


Film yayınlandıktan sonra, Nicholson ve Streep'in performansları, yere göğe sığdırılamadı. Jack yine eleştirmenlerin gözdesiydi. Jack bu filmle Oscar adayı oldu fakat kazanamadı. Hatta kimi sinema eleştirmenleri, o yıl için, ödülü Jack'in hak ettiğini dile getirdiler. Fakat bir sorun vardı. Evet, film çok beğenildi ve Jack mükemmel bir şekilde yeşil sahalara geri döndü ancak film gişede çok başarısız oldu. Evet, olması gerektiği şekilde her şey çok iyiydi ama Jack bu sefer de, yapımcılara para kazandırmayı başaramadı.

Jack bu filmden sonra, yine bir yıl ara verdi. Verme işte kardeşim, öncesinde yaramadı :) Fakat bu sefer, beyazperdeye çok farklı bir şekilde geri döndü. Tim Burton'ın "Batman"in de "Joker" olarak.


Aslında Jack, kendisine bu teklif ilk geldiği zaman, yer almayı reddetti. Fakat Joker karakterinden bahsediyoruz. Şeytani gülüşe sahip birine ihtiyaç vardı. Sizinde aklınıza Jack'ten başkası geliyor mu?:) Üstelik Batman rolünü "Michael Keaton" oynayacaktı. Yapımclar, yeteri kadar popüler olmadığı için, Keaton'ı istemiyorlardı ancak Burton onları ikna etmişti. Öyleyse, Joker'i gerçekten sansasyonel bir isim oynamalıydı.

Jack sonunda rolü, aşırı astronomik bir para karşılığında kabul etti. Jack peşin para olarak tam 6.000.000 $ ve filmin gelirlerinin %10'unu aldı. Filmin %10'luk gelirleriyle birlikte, Jack yaklaşık 70.000.000 $ dolar para kazanmıştır ve dönemin şartlarında, Hollywood yıldızları, tek bir filmden bu rakamı, hayal bile edemezler.


Jack filmindeki performansıyla adeta o dönem efsane oldu. Hatta eleştirmenler, Joker performansı için "Bundan daha iyis olamaz" dedi. Fakat yıllar sonra Heath Ledger, yine halk tabiriyle "Çocuğu koydu" ve gitti:)
Bence Jack'e sorsak, o bile bunu kabul eder. Demek ki, eleştirmenleri pekte takmamak gerekiyormu, bu da ayrı mesele.

Jack, Joker tecrübesi sonrası, bu sefer beyazperdeye, oyunculuğun yanı sıra, tekrar yönetmen olarak geri döndü. Başrolünde kendisinin yer aldığı ve Harvey Keitel ile Meg Tilly'nin kendisine eşlik ettiği "The Two Jakes"(Dedektif Jake) filmini çevirdi. Hooop yine eleştirmenler tarafından yerden yere vurulan bir başka Jack Nicholson filmi oldu.

Arkasından, baş rolünü Ellen Barkin ile paylaştığı "Man Trouble" filmi geldi. Bu da yine Jack'in ve filmin yerden yere vurulduğu bir başka yapım oldu.

Jack sonrasında, o dönemin süperstarı Tom Cruise ile kamera karşısına geçti. Filmin dünya çapında çok izleneceği kesindi çünkü belki oyunculuk olarak Jack ile kıyaslamak, Jack'e küfür olur ama Tom Cruise'un altın yıllarıydı. Genç kızların sevgilisi jönstar. Bu film "A Few Good Man"(Bir Kaç İyi Adam)dir.


Jack bu filmde bir generaldir. Kritik bir yerde görev yapmaktadır ve bizim Türk Ordusu'na göre düşünürsek, Özel Kuvvetler Komutanlığı eşdeğerinde bir birliği yönetmektedir. Burada, özel yetiştirilen askerlere verilen eğitim çok katıdır ve bu eğitim yüzünden hayatını kaybeden askerler olmuştur. Tom Cruise ise bir avukat olarak, bu cinayetleri araştırmaktadır.

Jack bu filmdeki performansıyla resmen döktürmüştür. İzlerken "Lan adamın içinde, belki de hep acımasız bir asker olmak vardı" diyorsunuz. Dört dalda Oscar Adayı olan filmde, Jack Nicholson, en iyi erkek oyuncu dalında aday olmasına karşın, ödülü kazanamaz. Fakat, bizim Jack'in performansının, ayakta alkışlanacak türden oluşu, su götürmez bir gerçektir.

Bu harika performanstan sonra, bir başka kankası Danny DeVito'nun yönettiği ve kendisinin de oynadığı "Hoffa" filmi için kamera karşısına geçer.


Bu gerçek hayattan alında bir hikayedir. Jimmy Hoffa, sendikalar için çalışan biridir. Sonunda öldürülmüştür ve mezarının nerede olduğu, günümüzde bile hala bilinmez.

Bu film tam bir fiyasko olmuştur. Hatta Jack'in performansı da, o kadar çok eleştirilmiştir ki, yılın en kötü oyuncularına verilen "Altın Ahududu" ödüllerine aday gösterilmiştir. Neyse ki ödülü Jck kazanmadı :) Zaman zaman bu ödülü, çok büyük yıldızlara verdikleri olmuştur. Ve bu zamana kadar, bir çok yıldız kazanmasa bile aday olarak gösterilmiştir. Tabi ki ödülü almaya kimse gitmez. Halle Berry hariç. O, inadına bu ödülü almaya gitmişti. Bu zamana kadar Michael Douglas, Keanu Reeves, Charlize Theron, Eddie Murpy, Nicolas Cage gibi aktörler, bu ödüle aday gösterilmiştir.

Bu hatırlamak istemediği filmden sonra Jack, 13.000.000 $ karşılığında, "Wolf" filminde, bir kurt adamı canlandırmıştır.


Film oldukça iyi bir başarı elde etti. Film ve Jack'in performansları çok beğenildi. Dönemine göre, insanların, karanlıkta izlerken, gerçekten tedirgin olduğu bir filmdi.

Akabinde Jack, Sean Penn'in yazıp yönettiği "The Crossing Guard", Bob Rafelson'ın yönettiği ve baş rölünü Michael Caine ile paylaştığı "Blood and Wine" ve kendisinin çok küçük bir rol aldığı "The Evening Star" filmlerinde yer aldı. Bu filmler ne çok eleştirildi, ne de çok beğenildi. İki saatlik, vakit geçirip, kafa dağıtmak için izlenilecek filmlerden öte filmler değildi.

1996 yılına gelindiğinde Jack, dünyaca ünlü büyük yıldızların yer aldığı, Tim Burton'ın yönettiği "The Mars Attack" filminde oynadı.



Jack bu filmde, Amerikan Başkanı'nı canlandırdı. Bu filmde Jack'in dışında, Glenn Close, Annette Bening, Pierce Brosnan, Danny DeVito, Sarah Jessica Parker, Tom Jones hatta ergenliğinin ilk yıllarında olan Natalie Portman yer almıştır. Hatta Portman bu filmde, Jack Nicholson'ın kızı rolündedir. Film dünya çapında çok izlendi ve beğenildi. Jack'te göz dolduran bir performans sergiledi.

Jack ikinci Oscar Ödülü'nden, bu zamana kadar inişli çıkışlı bir grafik sergiledi. Oscar adayı da oldu, Altın Ahududu adayı da. Ve 1997 yılı, yine Jack'in yılı olacaktı. "As Good As It Gets" yani "Benden Bu Kadar" ile.


Jack bu filmde "Melvin Udall" adında, aşırı obsesif kompulsif bozukluğu olan, asosyal ve eşcinsel düşmanı bir adamı canlandırmıştır. Fakat Jack öyle bir oynamıştır ki "Olm akıllı olun lan! İstesem hepinizin iki dakkada aklını alırım, bozmayın kafamı..." demiştir. Zaten afişten de gördüğünüz üzere, Jack "En İyi Erkek Oyuncu" Oscar Ödülü'nün kazanarak, bu altın heykelciği, üçüncü kez evine götürmeyi başarmıştır. Ve yine afişten de gördüğünüz gibi, rol arkadaşı Helen Hunt'ta "En İyi Kadın Oyuncu" Oscar Ödülü'nü kazanmayı başarmıştır.

Bu filmden sonra, artık kötü bir iş yapsa bile, bir şey kesindi. Jack, dünya tarihine adını altın harflerle yazdırmış, hiçbir zaman unutulmayacak efsane bir aktördü. Çünkü malzeme belliydi.

Jack için artık kariyeri adına işler düzelmişti. Hatta çok iyiydi. Sonrasında yine Sean Penn'in yazıp yönettiği "The Plegde" filminde "Jerry Black" adında emekliliğe ayrılmayı bekleyen fakat son bir dava için çalışan bir polisi canlandırdı.


Jack bu filminde de olağanüstüydü. Seyirciye mükemmel oyunculuğunu yine sergilemişti. Bu filmle de en iyi erkek oyuncu dalında Oscar adayı olan Jack, ödülü kazanamasa da, herkesin tüm takdirini toplamıştı. Hatta filmin final sahsesinde, öyle bir performans sergilemiştir ki, Sean Penn bunu şöyle anlatıyor: "Jack final sahnesinde müthişti. Tüm ekip hayran kaldık. Çekimden sonra yanına gidip "Jack gerçekten, bunu nasıl yapıyorsun?' diye sordum. O da önce bir sigara yaktı ve sonra bana bakıp 'Sean, her büyük aktörün, bu meslekte iyiyi yakalamak için, kendine ait bir kaç sırrı vardır' dedi." Gerçekten, Jack'in o sırları acaba nedir? :)

Jack döktürmeye devam ediyordu. Sırada "Abour Schmidt"(Schmidt Hakkında) filmi vardı.


Jack bu filminde, yeni emekli olmuş fakat bu durumu bir türlü kabullenememiş, eşini kaybetmiş, hayatta tek değer verdiği varlığı kızı kalmış fakat o da kendisinin istemediği bir evlilik yapan ve bu yüzden depresyonda olan "Warren Schmidt" adında bir karakteri canlandırmıştır. Aslında canlandırmak ne demek? Resmen yaşamıştır. Jack, bu filmde, tek kelime ile harikadır. Oscar Adayı olmuştur ve ödülü kendisinin ya da Piyanist filmindeki performansıyla Adrien Brody'nin alması beklenmektedir. Gecenin sonunda, altın küreciği Brody kazanmıştır ama Jack yine de Altın Küre'de "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü kapmayı başarmıştır.

Sonrasındaki iki işinde Jack, biraz daha piyasa işlerine yönelmiştir. İlkinde Adam Sandler ile "Anger Management"(Asabiyim Ben) filminde bir psikoloğu canlandırmıştır. Hemen arkasından, baş rolünü Dinae Keaton ile paylaştığı "Something Gotta Give"(Aşkta Her Şey Mümkün) filmini çevirmiştir. Hayatının baharında olan iki insanın yaşadığı eğlenceli aşk ile izleyicilerin güzel vakit geçirmesini sağlayan sempatik bir film olmuştur.

Bu filmin yayınlandığı dönem, Jack Nicholson, Hürriyet için bir röportaj vermiştir. Bu röportajda şöyle bir açıklama yapmıştır: "Artık eskisi gibi değilim. Uslandım. Yine de güzel bir kadınla görüntülenmek, elbette hoşuma gider. Fakat gerçeklerin farkındayım. Artık merdivenleri çıkarken çok zorlanıyorum. Her güzel şeyin bir sonu vardır. Ben artık yaşlıyım. Çorabımın lastiğinden dolayı, bacağımdaki kılların döküldüğünü fark ettiğim zaman, bu gerçeği tamamen kabul ettim." İşte bu yılların özetiydi. Bu açıklamadan, o kadar çok anlam çıkarılır ki...

Fiziksel olarak yaşlanmış olabilir. Ama ona beyazperdede hala ihtiyaç vardı. Sıradaki film, baş rollerini Leonardo Di Caprio, Matt Damon ve Mark Wahlberg ile paylaştığı, Martin Scorsese imzalı "The Departed"(Köstebek) filmiydi.


Bu film, aslında Çin yapımı bir film olan "Internal Affairséin ABD için yapılan versiyonudur. Jack, bu filmde, küçükken yanına bir çocuk alır. Bu çocuk Matt Damon'dır. Onun eğitimi ve bakımını üstlenir. Sonunda kendisi polis olur ve Jack için köstebeklik yapar. Bu durum, sizlere de bir bakıma tanıdık geliyor değil mi? :)

Bir yıl sonra, bir başka duayen oyuncu Morgan Freeman ile kamera karşısına geçen Jack "The Bucket List"(Şimdi Ya Da Asla) adlı filmi çevirmiştir.


Edward(Jack Nicholson) ve Carter(Morgan Freeman) kansere yakalanmış ve ne yazık ki çok az ömrü kalmış iki hastadır. Carter, tedavisi için hastanede yatmaktadır ve o hastanenin sahibi de Edward'dır. Fakat bu hastanenin bir özelliği vardır. Tek kişilik oda yoktur. Edward kendi hastanesinde istemeye istemeye, Carter ile oda arkadaşı olur. Bir gün Carter, kendini oyalamak için, bir "Ölmeden önce yapılacaklar" listesi hazırlar. Bu liste, Edward'ın ilgisini çeker. Bunun üzerine Edward, kendisine bir teklifte bulunur. Beraber bu listeyi tamamlamak. Gerçekten eğlenceli ve dokunaklı bir filmdir. Çokta zekice bir sonu vardır.

Bu güzel film sonrası, oyunculuğa üç yıl ara veren Jack, sonrasında bir komedi filmi olan "How Do You Know" filminde yardımcı bir rolde yer almıştır.

İşte dehanın tüm kariyeri bu. O, tarif edilmesi çok zor başarıları da tatmıştır, başarısızlıkları da. Çok büyük paralar kazanmıştır, yıllarca birbirinden güzel kadınlarla beraber olmuştur, ne yazık ki uyuşturucu da kullanmıştır... Ama kendisi, yaşadığı bu hayatı "Renkli bir hayat" olarak tanımlamıştır. Aşkta hiç bir zaman başarılı olamamıştır. Ömrünün geri kalanında, elinden geldiği kadar iyi bir baba olmaya çalışacağını söylemiştir. Maalesef o artık alzheimerdır. Artık yaşlıdır. Onun için, artık lüks evlerin, son model arabaların, belki de eskisi kadar bir önemi yoktur. Hatta güzel kadınların bile. Yine de, geriye dönüp baktığında, alzheimer yüzünden unutmadığı zamanlarda, One Flew Over The Cuckoo's Nest'i, Chinatown'u, Shining'i, Easy Rider'ı, As Good As It Gets'i, About Schmidt'i görüyor. Bu, onun "Ben Jack'im. Jack Nicholson'ım" deyip, kendiyle gurur duyması için yeterlidir. Evet o Jack Nicholson'dır. Her görenin, karşısında saygıyla düğme ilikleyeceği adam.

Hürriyet için verdiği bir röportajdan bahsetmiştim. O röportajı şöyle bitiriyor: "Türkiye'deki hayranlarıma tüm kalbimle selamlar. Tek isteğim, güzel kadınların daha çok çocuk doğurması. Dünyanın güzel insanlara ihtiyacı var" Wuhuuuu..!!! İşte adamım Jack :D

Sevgiler ve saygılarla...























22 Haziran 2017 Perşembe

Aşkın bilimsel kavramı üzerine

Selamlar. Görüşmeyeli epey bir zaman oldu. Aslında başka bir yazı üzerinde çalışıyordum ama şimdilik ona biraz ara verdim. Elbet devam edeceğim. Aynı zamanda, son zamanlarda biraz yoğundum. Şimdi yeniden bir şeyler karalamak iyi geldi. Başlıktan da anlayacağınız üzere biraz aşktan laflayacağız.

Aslında aşk, çok geniş bir kavramdır. Yıllarca üzerine konuşulabilir. Hakkında yazılacaksa, bu bir kaç ciltlik esere tekabül edebilir. Tabi ki bizim amacımız biraz laflamak.

Herkes aşık olmuştur. Hemen hemen her ünlü düşünürün aşkla ilgili bir sözü vardır. İşin duygusal kısmını konuşuruz fakat ben önce bilimsel kısmından biraz söz etmek istiyorum.

Amcam doktordur. Söyleme sebebim, geçenlerde muayenehanesine gidip, kendisini beklediğim sırada, orada duran dergilerden birinin kapağındaki başlık dikkatimi çekti. Şöyle yazıyordu: "Aşkın Bilimsel Gerçeği" Merak edip hemen bakayım dedim. Tıpta, aşkın bilimsel olarak nasıl gerçekleştiği ispatlanmış. Söylediği şu(Elbet ben daha sadeleşmiş haliyle bu bilimsel gerçeği yazıyorum): "Beynimizde dopamin ve noradrenalin adlı iki hormon vardır. Dopamin, heyecan ve bağımlılık hormonudur. Noradrenalin ise obsesyon ve fiziksel aktivite isteğini harekete geçiren hormondur. Bu iki hormon birleştiği zaman, insan beyninde aşk duygusu oluşuyor. Fakat bu iki hormon birleşip, aşk meydana geldiği zaman, beynimizde yer alan bir diğer hormon olan serotonin hormonu azalıyor. Serotonin hormonu ise mutluluk hormonudur. Aşık olduğumuzda serotonin hormonu azaldığından, ihtiyacımız olan mutluluk için, noradrenalin hormonu deveye giriyor ve obsesyon yaparak, sürekli aşık olduğumuz kişiyi düşünmemize sebep oluyor. Fakat noradrenalinin, mutlu olmamız için yarattığı, aşık olduğumuz kişiyi düşünme obsesyonu, serotonin yetersizliğinden bize üzüntü veriyor. Aynı zamanda dopamin hormonu da, aşık olduğumuz kişiyi düşünürken heyecan yaratıyor." Kısacası, bilimsel olarak aşk, mutsuzluk ve heyecandır. Yani iyi bir şey değildir. Bu yüzden, aşkımıza cevap alamamak ya da aşık olduğumuz kişinin bizi bir başkasıyla aldatması, mutsuzluğumuzu çok daha fazla arttırıyor ve tedavi edilmesi gereken bir major depresyon süreci yaşatıyor. Aşkın bilimsel süresi de verilmiş. Aşkın süresinde, çeşitli etkenlerin önemi büyük olmakla beraber, 8 ay ile 3 yıl arasıymış. Bu süreler içerisinde de, duygu yoğunluğu olarak dalgalanmalar gösterirmiş. 


Şimdi bu resmi koymamın bir sebebi var. O da, bilimsel olarak aşk duygusunu, acısıyla ve tatlısıyla, kadının, erkeğe göre daha yoğun yaşıyor olması. Gerçek buymuş. Bunun bilimsel sebebi de: "Erkeklerde testosteron, kadınlarda ise östrojen hormonu vardır. Erkeklerde testosteron hormonu sürekli çalışır haldedir. Testosteron hormonu, erkekte sürekli sperm ürettiği için, heyecanı farklı noktalara çevirmeye yardımcı oluyor. Yani vücutta sürekli aktif halde sperm bulunması, beyindeki libidoyu harekete geçirip, başka kadınlara yönelmeye, onlarda heyecan bulmaya ve eski acı veren heyecanı azaltmaya yardımcı oluyor. Fakat kadınlardaki östrojen hormonu, sürekli hareket halinde bir hormon değil. Her ay belli dönemlerde, yumurtanın döllenmesi gereken süre içerisinde aktif hale geliyor. Aynı zamanda, erkekteki sperm gibi sürekli bir devamlılığı yok. Bu da kadınların, libidosunu yoğun bir şekilde harekete geçirip, yeni bir heyecana yönelmesini zorlaştırıyor. Östrojen hormonunun bir diğer özelliği ise, mutsuz olunan zamanlarda, stresi ve gerginliği arttırması. Bu da kadının, aşk duygusunu ya da aşk acısını, erkeğe göre çok daha yoğun yaşamasına sebep oluyor"

Dünyanın en büyük yazarları, bestekarları, ressamları, düşünürleri... hep erkektir. Şimdi bile internete aşk, aforizma vs. yazın, hep ünlü erkeklerin sözlerine rastlarsınız. Fakat bilimsel olarak, kazın ayağı öyle değil. Bilim bize, gerçek aşkı kadının yaşadığını söylüyor. Gerçek aşk demeyelim de -bu biz erkeklere tamamen haksızlık olur- duygu yoğunluğu daha fazla.

İşin bir de duygusal yanına bakacak olursak, ben aşkı hep "Kişinin kendi için en iyi ihtimali bulması" olarak tanımlamışımdır. Yani aşk vardı. Fakat eski yüzyıllarda. Bence günümüzde, birini görüp, ondan hoşlanıp, bilinçaltımıza "Ben bundan daha iyisini bulamam" mesajını yollayıp, bu aşkımsı duyguyu yaşıyoruz. Bir kadına aşık olduğunuzu düşünüyorsunuz. Hisleriniz bu yönde gibi. Birden karşınıza bir Scarlett Johansson çıkıyor ve sizi etkilemeye çalışıyor. O size göre çok güzel ama size karşı yoğun duyguları olduğuna inanıyorsunuz. Sizin duygularınız değişir mi? Ve ne yönde değişir? Aynısını kadın için düşünelim. Bir erkekle beraber ve onu sevdiğini söylüyor. Duyguları da bu yönde gibi. Aynı senaryoyu, kadın için Brad Pitt olarak düşünelim. Gerçekten sevdiğini söylediği erkekle birlikte olmaya devam eder mi?

Shakespeare'nin dahiyane bir sözü vardır: "Beğendiğimiz bedenlerin içine, hayalimizdeki ruhları koyuyoruz ve buna 'aşk' diyoruz"

Yine görüşmek üzere. Sevgiyle, sağlıcakla... ;)


25 Mayıs 2017 Perşembe

Puşt Tom Hanks

Tüm kalbimle sevgiler, selamlar arkadaşlar. Bu yazım, blogdaki 3. yazım olacak ve ilk iki yazımın, beklenenden fazla okunma oranına sahip olması, beni çok mutlu etti. Başlangıç için oldukça iyi. Bu yüzden sonsuz teşekkürler :)

Evet arkadaşlar, bu yazıda da, ilk yazımda olduğu gibi, yine bir filmden bahsedeceğim. Fakat başlıktan da anlayacağınız üzere, bu yazıda özellikle Tom Hanks'ın puştluğuna da değineceğim. Geçen yazıda Johnny Depp'i övdüm, bu sefer onun kadar meşhur Tom Hanks'ı yereceğim.

Öncelikle Tom Hanks'i hepiniz biliyorsunuz. Kiminiz detaylı bilir, kiminiz bir kaç filmini izlemiş ve ismini duymuşsunuzdur ve genel bilinenler dışında, çok detaylı bilginiz yoktur. Ama herkes bilir. Her şeyden önce Sezar'ın hakkını Sezar'a verelim, Tom Hanks gerçekten mükemmel bir aktördür. İki Oscar'ı vardır(Dipnot olarak, iki yıl üst üste Oscar kazanan tek aktördür) Ve bir şey daha -ki bu çok önemli- 2016 yılında, ABD'de yapılan ankette, halkın en çok sevdiği aktör seçilmiştir(Aynı zamanda, bu ankette, ilk yazımdaki Johnny Depp ikinci seçilmiştir)

Tom Hanks'in yeteneğini kabul ettik ve benimde çok sevdiğim filmleri olan bir aktördür(Forrest Gump, Yeşil Yol gibi) ama bir gerçek var ki, kendisi ABD kapitalizminin ve emperyalizminin bir aktörüdür. Hatta bazen bu ABD propagandasını öyle alelade yapar ki "E be Tom Hanks, kardeşim bokunu çıkarmışsın yaa..." dersiniz. Bu bahsedeceğim filmde de bokunu çıkarmış ama bu filmi merak edip, izlememin bir sebebi var.


Film bu arkadaşlar. Gördüğünüz gibi ismi "Brigde of Spies" yani "Casuslar Köprüsü" Afişten de anlaşılacağı üzere,bu film de, Tom Hanks'in ABD propagandası yaptığı bir film. Yani aslında izlemeye gerek yok:) Ama az önce dediğim gibi, izlememin bir sebebi var. Haa bu arada, aslında iyi ki de izlemişim. 

Filmin başrolü Tom Hanks, yönetmen Steven Spielberg(Tom Hanks, ABD propagandası için neyse, Spielberg onun iki katıdır) ve afişten de niyet belli:) Fakaaaaaat... izledim çünkü filmin senaristi Coen Kardeşler. Coen Kardeşler, sinema dünyasının en önemli isimlerindendir ve kabul edelim, dünya çapında popüler olmalarına rağmen, bugüne kadar ABD propagandasına hizmet eden bir işleri olmamıştır. Yani sırf, belki de Coen Kardeşler'den dolayı önyargılı olmayıp, bir izlemek gerek dedim. Veeeee hayırlı olsun! Artık Coen Kardeşler'de, ABD propagansına hizmet eden ilk işlerini yaparak milli oldular.

Arkadaşlar filmin konusu şu: Öncelikle film, gerçek hayattan alınma bir hikayedir. ABD'de bir Sovyet ajanı yakalanıyor. Tabi ki tutuklanıyor. Fakat o sırada ABD, bir grup pilotu, Sovyet toprakları üzerinde uçarak, gizlice istihbarat toplamaları için görevlendiriyor(Filmde bahsedilmiyor ama bu uçaklar, zamanında Türkiye/İncirlik Üssü'nden havalanmıştır) Fakat bu uçaklardan biri, Sovyetler tarafından fark ediliyor ve Rusların o meşhur hava savunma sistemleriyle vuruluyor. ABD'li casus pilot, paraşütle sağ kurtuluyor ve Sovyetler tarafından aynı şekilde tutuklanıyor. Heh durum 1-1. Bunun üzerinde diplomatik görüşmeler başlar ve iki ülke ajanlarını takas etmek için anlaşmaya karar verir verirler. Tom Hanks abimiz -filmdeki adı James B. Donovan- avukattır ve olaya burada dahil olur. Sovyet ajan göstermelik bir mahkemeye çıkarılacaktır ve ABD hükümeti tarafından, avukatı olarak bizim Donovan görevlendirilir. Ve sonrasında, iki ajanın takası için, yine ABD hükümeti tarafından Dovnovan görevlendirilir. Bu takası gerçekleştirmeye çalışırken, gözümüze yalandan bir propaganda daha işlerler. O sırada Doğu Almanya'da bir genç daha vardır ve Donovan, Sovyetler'den o genci de ister ama Sovyetler onu vermez. Ve onu almak içinde, filmin sonuna kadar uğraşır. Yani ABD melektir ve çıkarı olmadan, her türlü riski alarak, insanlara yardım eder. Yersen.

Arkadaş şimdi filmde gözümüze sokulan bazı propagandaları göreceğiz ama size şunu söyleyeyim, filmin tamamını izlerseniz göreceksiniz, Tom Hanks, yani Donovan, ABD'li bir avukat olarak, resmen KGB ile tek başına taşak geçiyor. Küfürlü oldu ama olayı başka türlü açıklayamıyorum. Evet, resmen bir ABD'li avukat, koca Rus istihbaratıyla taşak geçiyor. Lan KGB'yi parmağında oynatıyor. Yersen 2

Dipnot: Yanlış anlamayın. Amacım Rusya'yı savunmak, yüceltmek vs. falan değil. Ama söylemeliyim. Rus istihbaratının temeli, Korkunç Ivan döneminde atılmıştır. Yani o derece eski ve sağlam bir geleneği vardır. SSCB döneminde KGB, şimdiki adıyla FSB, dünyada uluslararası olan 3 istihbarat biriminden biridir(Diğerleri CIA ve MI6) Bunun dışında, dünyadaki bütün istihbarat örgütleri, ne kadar iyi olursa olsun, sadece bölgeseldir. Bizim MİT de aynı şekilde böyledir. Kısacası bir ABD'li, tek başına KGB ile, hayaller dünyasında bile taşak geçemez. Tam tersi için de geçerli. Bir Rus, tek başına, CIA ile taşak geçemez. Ama bu filmde yapılan bu.

Şimdi filmdeki 1. ABD propagandasına bakalım:

Sevgili yazıyı okuyan arkadaşlar, filmde Sovyetler tarafından yakalanan ABD ajanı bu


Aha Sovyet ajanı da bu


Puhahahahaha... :))))) Olaya gel.

ABD ajanı Burak Özçivit, Sovyet ajanı Hakkı Bulut amk...

Bakın işte bu propagandadır. Nasıl mı? Daha açıklayıcı olmak için, Türkiye ile ilgili bir örnek vereyim:

Avrupa medyasında, Hrant Dink cinayetiyle ilgili yapılan haberlerde, ermenileri nasıl gösteriyorlar biliyor musunuz?


İşte aynen bu şekilde. Genç, ağlayan, hoş bir ermeni kız. Ne kadar masum değil mi? Peki aynı haberde, bir de Türklerin nasıl gösterildiğine bakın:


İşte böyle. Kana susamış, vahşi bir milliyetçi gibi. İşte bu propagandadır. İşte bu algı operasyonudur. Filmde de aynısı yapılmıştır.

Şimdi bu filmden, bir diyaloğa çok dikkat etmenizi istiyorum. Tom Hanks, nam-ı diğer Donovan abimiz, bakın neler diyor? (Yazılar biraz küçük. Okumakta zorlananlar için diyalogları yazayım)


Donovan: "Ajan Hoffman'dı değil mi?"
Hoffman: "Evet"


D: "Alman asıllısın"
H: "Evet, ne olmuş?"


D: "Benim adım Donovan. İrlandalıyım"


D: "İki taraftan da. Hem annem, hem babam"


D: "Ben İrlandalıyım, sen Almansın"


D: "Peki bizi Amerikalı yapan şey ne?


D: "Sadece bir şey. Tek bir şey"


D: "Ona anayasa diyoruz"


D: "Ve bu kurallarda hemfikiriz. Bizi Amerikalı yapan şey de bu"


D: "Bizi Amerikalı yapan tek şey bu. Bu yüzden kural kitabı yok deme bana"

Tatatataaaaam..!!!

Arkadaşlar görüyorsunuz değil mi? Bir milleti, millet yapan unsuru söyledi Donovan abimiz. Sizin İrlandalı, Alman, Fransız, Peru ya da Nijeryalı olmanızın bir önemi yoktur. Etnik kökenlerinize saygı duyabilirsiniz, o ayrı. Fakat ABD vatandaşıysanız, o halde ABD halkından birisiniz yani Amerikalısınız. Olması gereken de zaten bu. Peki hem olması gereken zaten bu iken, hemde ABD bile bunun olması gerektiğini savunurken, aynı ABD neden Türkiye için "Türkiye'de etnik ve dini mezhepsel sorunlar var" diyor? Soru aslında cevaptır. İşte ABD bize gelince "Sen Türk'sün, sen Kürt, sen Ermeni, sen Laz, sen Çerkes, Sen Zaza, sen Pomak, sen falanca, sen filanca, sen zartça, sen zurtça..." ABD'nin bir ülkeyi kontrol altına alması ve ilerleyen süreçte kendi çıkarları adna parçalaması için kullandığı en önemli kartlardan biridir etnik milliyetçilik. Kendine geldi mi, Donovan'ın dediği gibi, bir anayasa var, kuralları bellidir ve herkes bu kurallara uyar. Senin etnik olarak ne olduğunun önemi yoktur. Sen kanunen ABD vatandaşısındır. Yani Amerikalısındır. Bize geldi mi "Türk Milleti değil, Türkiye milleti demek daha doğru" ya da "Türk demeyelim, Türkiyeli diyelim"

ABD aynısını, bu filmdeki düşmanı Rusya içinde yapıyor. SSCB dağılırken, CIA yine etnik kartını masaya sürmüştü. Herkese hakları verilmeliydi. Bu yüzden Sovyet topraklarındaki her cumhuriyet bağımsızlığını almalıydı. Şimdi diyebilirsiniz "SSCB'nin dağılma olayı daha farklı bir durum" Bunu anlayışla karşılarım. Sadece demek istediğim, ABD gerçekten çok sevdiği için mi, SSCB'nin dağılma sürecinde, Rus olmayan diğer halkları destekledi? Yani bir çıkarı yoktu öyle mi? Sadece iyilik meleği. Bakın Rusya bir federasyondur ama aynı zamanda Türkiye gibi, bir ulus devlettir. İçinde yüzlerce farklı etnik unsur yaşar. Bu yüzden ABD, Türkiye'ye karşı izlediği etnik ayrımcılığın aynısını, Rusya'da da yapmaktadır. Sürekli söylediği "Rusya'da sadece Ruslar yaşamıyor. Aynı zamanda Tatarlar, Çerkesler, Çeçenler, Gürcüler, İnguşlar, Tuvalar, Karaçaylar, Balkarlar, Osetler, falanlar, filanlar... yaşıyor"

Üüüüüüüüü...

Arkadaşlar, ABD'de yaşayan Almanların sayısını biliyor musunuz? Bakın bunlar sadece Almanlar.

12 milyon.

Düşünün 12 milyon Alman. Birinden duyamazsınız "Hakkımızı istiyoruz" lafını. Ya da duysanız ne olur? Aksi takdirde, ABD hükümetinin, bunun önüne geçmek için neler yapabileceğini biliyorsunuz. Eğer Türkiye, Rusya gibi ülkeler, ABD için birer ulus devlet değilse, ABD hayli hayli değil. Bakın sadece Almanların sayısını söyledim. Varsın gerisini siz düşünün.

Filmdeki propagandalara devam edelim.

Bu sahnede, bizim Sovyet ajanı mahkemeye çıkarılıyor.


Ne kadar adil bir mahkeme izlenimi veriliyor değil mi? Öncesinde Donovan'ın, hakimle özel olarak, adaletin gerekliliği konuşmalarını yaptığını söylememe gerek bile yok herhalde:) Donovan, Sovyet ajanın avukatı, ona çok iyi davranıyor, ajanda zaten şu an yaşadıklarından memnun... Ohh her şey ne güzel. Peki Sovyetlerin mahkemesi? Göstereceğim ama önce şunu da görmeniz gerek.


Bizim Donovan trende gidiyor. Gördüğünüz gibi, o sırada ABD gazeteleri sürekli bu davayı yazıyor. Hemde anasayfadan. Tabi ki bizim Donovan'da, Sovyet ajanının avukatı olarak popüler olmuş durumda. Eee bu durum ABD halkının hoşuna gider mi? Bir ABD'li onu tanıyor ve bakışlarına dikkat edin.


Elbette her normal insan gibi, Donovan abimiz de bu durumdan rahatsız. Bu tacizler, onun için sürekli hale geliyor ama bunların bir önemi yok. Aslolan adalettir. Bir Amerikalı'ya yakışan, ne olursa olsun, kim ne derse desin, iyi ve dürüst olmaktır. Yersen 3

Bunları yazınca adalet karşıtı olduğumu düşünmeyin. Tabi ki adalet hepimize lazım. Hep ne diyoruz? Devleti ayakta tutan üç şey: Yasama, yürütme ve yargı. Neymiş? "Yargı"

Fakat çıkarları için yıllardır, çocukların, yaşlıların üzerine bombalar yağdıran bir ülkenin, bunu böyle göstermesi çok komik.

Ha bu arada, Donovan ABD mahkemesine ve dünya kamuoyunda hababam "Adil olmalıyız" diyor ve daha sakin bir mahkeme süreci yürütülüyor ya, işte bu da Sovyet mahkemesi.


Herkes ayağa kalkmış, elleri patlayıncaya kadar, ABD'li pilotun hüküm giymesini alkışlıyorlar. Aslında zaten olması gereken bu. Yani ABD ajanı tutuklanmalı. Fakat filmi izlerseniz, daha iyi anlayacaksınız. Burada "ABD adildir, Ruslar ise kötü ve acımasızdır" algısı yaratılıyor. Üstelik bu algı devam ediyor. Nasıl mı?

Bu fotoğrafta, Sovyet ajanı abimiz, tutulduğu hapiste resim yapıyor(Altyazıya takılmayın, şu an bahsettiğim durumla alakası yok) ABD hükümeti, kendisine "İhtiyacınız olan şeyler nedir?" diye soruyor ve o da resim yapmayı çok sevdiğini söylüyor ve resim malzemeleri istiyor. Ayrıca başka şeyler de. Ve ABD hükümeti bunları karşılıyor.


Yani ABD'nin tamamen düşman bellediği bir ülkenin ajanına yaptığı kıyak muameleye bakın. İnsanın Rus ajanı olup, ABD'de yakalanası geliyor. Adam özgürken, tutuklu olduğu zaman ki kadar mutlu değildi. Şimdi kare kare koymaya üşendim, gerçi bu kareden bile biraz belli oluyor ama söyleyeyim, kaldığı hapishanenin metrekaresi, benim evimden büyük amk...

Peki ABD ajanı, Sovyet esaretinde, hangi şartlar altında yaşıyor dersiniz?


Küçük umumi tuvalet gibi bir yerde.


Yerleri falan hep su basmış. Amaç Rusların, kasıtlı olarak hapishaneleri böyle yaptığı izlenimini vermek. Çünkü özellikle kamera, ıslak yere basılan adımlara odaklanmış.


Hoooop sorgu için getirildi. Ruslar, ABD'liler gibi kibar değil, değil mi?


Bizim Sovyet ajanı, ABD'lilerle kanka oldu, her gün ele şaplak göte parmak takılıp, okey, batak çeviriyorlar, bir de Rusların, ABD ajanına muamelesine bakın. Yersen 4

Şunu söylemeliyim. Belki de gerçekten Ruslar, bu ABD ajanına, filmde gösterildiği gibi davrandılar. Bilmiyorum, olabilir de. Ama sizler zaten benim bunları göstererek, ne demek istediğimi anladınız. Evet he he, ABD kesinlikle Sovyet ajana çok iyi davranmıştır. Hangi ABD? Guantanamo kampını kuran, artık CNN'in falan bile çarşaf çarşaf yayınladığı görüntülerde Irak'taki insanlara işkenceler yapan ABD. Evet, filmdeki gibi kesin süper davranmışlardır.

Her zamanki gibi, ABD sinema silahı, hedefi yine 12'den vurdu. Propagandayı en iyi oyuncularından ve en iyi yönetmenlerinden birine verip, senaryoyu yine en iyi senaristlerinden birine yazdırıp, dünyaya pazarladı. Bu propaganda filminin bütçesi 40 milyon dolar. Elde ettiği hasılat 165 milyon dolar. Bizim Sovyet ajanı da, bu rolüyle, en iyi yardımcı Oscar ödülünü kazandı. Eee ekmek kadayıfı yapılmış, kaymak olmadan olur mu? Yazıyı da, filmdeki şu propagandayla bitirmek istiyorum.


"Ant içiyorum"


"Amerika Birleşik Devletleri'nin bayrağına..."


"...ve o bayrağın simgelediği Cumhuriyet'e..."


"...Tanrı'nın gözetiminde, bölünmez tek bir millete..." (Başka ülkeleri çıkarlarımız için böleriz ama biz bölünmeyeceğiz)


"...ve herkes için özgürlük ve adalete" (Ama kendi çıkarlarımız için gerekiyorsa, başka ülkelerin özgür ve adil olmaması gerekir)

"Andımız" bağnazlık ve geri kalmışlık ya, hatta ABD bile kaldırılması kararını, demokratik haklara saygı olarak doğru bulmuştu ya, bu sahneler, bu kararı savunmaya devam edenlere kapak olsun.

Sevgi ve saygılarımla...